“Neden seninle iletişim kurduğunu sanıyorsun? İkiniz de dünyanın size borçlu olduğunu düşünüyorsunuz ve öfkelisiniz. İkiniz de o eve mahkumsunuz. Senin cezan sekiz ay, onunki ise sonsuz. Birinin ona yardım etmesi gerek”
Karıştığı bir soygun girişimi nedeni ile ev hapsi cezasına çarptırılan bir kadının, çocukluğunun da geçtiği annesinin evinde yaşadığı tuhaf olayların hikâyesi.
Gerard Johnstone’un yazdığı ve yönettiği, Yeni Zelanda yapımı bir korku filmi. Yönetmenin ilk sinema filmi olan çalışma, korku türünün pek çok klişesinden yararlanılarak ve bu klişelerin komedi ile harmanlanmasıyla oluşturulan yapısı ile ilgiyi hak ediyor. Gizemini uzun süre koruyan ve kimi etkileyici sahneleri de olan film buna karşılık korku ile komedinin en ideal karışımını bulmuş gibi de görünmüyor pek. Öyle ki zaman zaman bu türlerden birini seçmesi daha doğru olurmuş gibi bile hissettiriyor. Yine de onca filmde kullanılmış korku öğesine yeni bir -ruh değilse bile- hava katabilmiş olması ile önemli bir çalışma bu.
Ters giden bir ATM soygunu girişimi ile açılıyor film. Soygunculardan erkek olanı balyozla ATM kasasını açmaya çalışırken kendini yaralıyor ve ikisi de yakalanıyorlar. Bu açılış sahnesi hikâyenin komedisinin her zaman güçlü olmadığının ya da yönetmenin komedinin ne kadar vurgulanacağı konusunda karar verememiş olduğunun bir örneği sanki. Soyguncu erkeğin yaşadığı talihsiz olay seyircinin algılamasını ve tadını çıkarmasına imkân vermeyecek kadar hızlı gelişiyor çünkü. Bir başka örnek de yine filmin başlarında yer alan ve kadını epey ürküten bir “arabaya arkadan çarpma” sahnesi olarak gösterilebilir bu durumun. Her nedense Johnstone tadını çıkarmıyor bu anların ve örneğin Hollywood’un altını kalın çizgilerle çizerek yaptığı hatanın tam tersini yapıyor: Üzerinde çok az duruyor.
Daha önce kayıtlara geçmiş alkol ve uyuşturucu kullanımını da göz önüne alan yargıcın annesinin evinde sekiz ay kapalı kalmaya mahkûm ettiği kadın sadece bu cezadan dolayı değil, aynı zamanda hiç geçinemediği annesi ile aynı evde kalma zorunluluğundan dolayı hayli öfkeli bir şekilde gidiyor cezasını çekeceği yere. Ardından da annesinin zaten hep “perili” olduğunu söylediği evde bir korku sineması örneğinde göreceğimiz tuhaflıklar başlıyor: Kaynağı belli olmayan sesler, kendi kendine hareket eden eşyalar ve konuşan -ve bir türlü yok edilemeyen- bir oyuncak. Üzeri çarşafla örtülü bir İsa heykelinin üzerine düştüğü kadının “Jesus” demesindeki çift anlamlılığın örneği olduğu kimi mizahî unsurlar, doğaüstü görünen bir gizemin ikna edici bir bilimsel açıklama ile çözülmesi veya başına bir çamaşır sepeti geçirilen kötü adamın saldırısı gibi hem güldüren hem korkutan yanları ile ilgi çekmeyi başarıyor film aslında. Bazı sert sahneler (kimileri hayli sert ve finaldeki yüze fışkıran kan örneğinde olduğu gibi bazıları hem sert hem komik bu sahnelerin) aracılığı ile seyirciyi ürkütmeyi de beceriyor film ve aslında bir yandan şunu da düşündürüyor: Keşke filmin özellikle yaklaşık son yarım saatine hâkim olan çılgın hava tüm hikâyeye yayılsaymış. Bu durumda komedi yanı daha ağır basacak şekilde mizah ve korku çok daha iyi kaynaşabilirmiş üstelik.
Anneyi oynayan Rima Te Wata’nın performansı ile filmin baş karakterini canlandıran ve işini de iyi yapan Morgana O’Reilly’nin önüne geçtiği filmde psikolog rolündeki Cameron Rhodes klasik İngiliz komedilerinden fırlamışa benzeyen karakterini hayli eğlenceli kılarken, amatör olarak gizemi çözmeye soyunan ve kadının ev hapsinin kurallarına uyduğunu denetlemekle görevli adamı oynayan Glen-Paul Waru da filme keyif katmayı başarıyor. Görüntü yönetmeni Simon Riera büyük bir kısmı ev içinde geçen filmde klostrofobik bir hava yaratırken, evin iç tasarımının ve dekorlarının da dikkat çekici olduğunu belirtelim.
Sorumsuz ve sorunlu bir kadının “yola gelme” hikâyesi olarak da görebileceğimiz film -her ikisinde de yeterince orijinal ve güçlü olmasa da- kendisini ilgi ile seyrettirebiliyor ve zaman zaman korkutup zaman zaman güldürebiliyor da. Görmekte yarar var.
(“Ev Hapsi”)