“Bu hayatta ne kadar votka içmem gerekiyor? Yavaş içip de daha çok mu çalışayım yoksa bir dikişte bitirip sonumu mu getireyim? Hangisinin daha iyi olduğuna karar veremiyorum”
Gürcü halk ressamı Niko Pirosmanishvili’nin yoksulluk ve büyük zorluklarla geçen hayatının hikâyesi.
Senaryosunu Gürcü sinemacı Giorgi Shengelaia ve Erlom Akhvlediani’nin yazdığı, yönetmenliğini Shengelaia’nın üstlendiği bir Sovyetler Birliği yapımı. Değeri ölümünden sonra keşfedilen, ölümü 20. yüzyıldaki İspanyol gribinde yetersiz beslenme ve karaciğer yetersizliğinden kaynaklanan ve bugün Gürcistan’ın en önemli sanatçılarından biri kabul edilen Pirosmani’nin hayatını onun resmine çok uygun bir görsellikle anlatan film “karanlık bir şiir” olarak nitelendirilebilecek ve alıştığımız türden biyografilerden çok farklı bir çalışma. Talihsiz ressamın hayatından farklı anları kendisi de bir ressam olan ve filmin sanat yönetmenliğini de -Vaso Arabidze ile birlikte- üstlenen Avtandil Arazi’nin oyunculuğu ile anlatan film öncelikle muhteşem görselliği ile, sonra da trajik bir hikâyenin kahramanını hak ettiği saygı, özen ve sevgi ile anlatması ile dikkat çeken, Sovyet sinemasının tartışılmaz klasiklerinden biri.
Hayatını bu yıl kaybeden yönetmen Giorgi Shengelaia’nın, babası Gürcistan sinemasının kurucularından biri olarak kabul edilen Nikoloz Shengelaia, annesi ise aynı sinemanın yıldız oyuncularından biri olan Nato Vachnadze. Kariyerinde bir kısa, bir belgesel ve on iki uzun metrajlı konulu film olan Shengelaia’nın bu ilk yönetmenlik çalışması Gürcistan için naif sanatın öncüsü olan bir ressamın hayatını farklı bir sinema dili ile ve muhteşem bir görsel atmosferle anlatan bir klasik. Ressamın tablolarından birini açılış jeneriği için kullanan film aynı tablonun görüntüsü ile kapanışı yaparken arada bize olağanüstü sıfatını hak eden bir görsellik sunuyor. Konstantin Apryatin, Dudar Margiev ve Aleksandre Rekhviashvili’nin imzasını taşıyan görüntü çalışması ve sanat yönetmenlerinin ortaya koyduğu muhteşem bir sonuç bu ve yönetmen de hikâyenin kahramanı olan sanatçının hayatını bize sergilerken onların kendisine sağladığı olanakları çok iyi değerlendiriyor ve sonuç hem karanlığı hem şiirselliği içeren başarılı bir iş oluyor.
İlk sahnede ressamın kendisinin elinden çıktığını rahatlıkla iddia edebileceğimiz, daha doğrusu onun sanatının tam bir sinema karşılığı olan bir görüntü geliyor karşımıza. Renkleri ve kompozisyonu ile adeta bir Pirosmani tablosu bu: Bir evin içindeyiz. Sağdaki yatakta bir kız çocuğu yatıyor, yattığı odadaki geniş yapraklı bitkiler bulundukları yere adeta hâkim olmuşlar. Bir şöminenin de olduğu odanın kapısı açık ve bu açık kapıdan yan odadaki bize sırtı dönük duran adamı görüyoruz. Bir pencere önündedir adam ve perde esen rüzgârdan hafifçe sallanmaktadır. Kamera ona doğru kayarken, adam pencerenin yanından ayrılarak bir masaya oturur ve İsa ile bir havarisi hakkındaki bir hikâyeyi okumaya başlar. Hemen sonraki sahne de (bir koltukta oturan ve ağlayan bir kadın, başında ayakta bekleyen ve onu dinleyen iki yaşlı kadın) benzer bir güzellikte ve film bu havasını daha sonra da hiç yitirmiyor ve sanatçının hayatını adeta onun yaptığı tablolar üzerinden anlatıyor sanki. Görüntüler güzel ama bu güzellik zorlanmış, yapay olarak üretilmiş bir güzellik değil; Pirosmani filmin tüm karelerini tek tek kendisi çizmiş olsaydı sonuç ne olacaksa onu görüyoruz adeta. Bir başka ifade ile söylersek, filmin yaratıcılarından biri de Pirosmani’nin kendisi kesinlikle.
Hikâye bir meyhanenin duvarında asılı ve bugün Tiflis’teki Gürcistan Sanat Müzesi’nde sergilenen “Zürafa” tablosunu çok beğenen iki adamın resmi yapanın kim olduğunu merak edip onu bulmaya çalışmasını ve Pirosmani’nin hayatını birlikte anlatıyor. Meyhanecinin “Resmi Nikolo yaptı. Onu tanımıyor musunuz? Buralarda herkes tanır onu. Kurutulmuş balık gibi sıska ve uzundur. Tiflis’in bütün meyhanelerinde onun resimleri vardır” sözleri ile tanıttığı ressamın bu tablosu özellikle mi seçilmiş bilmiyorum ama meyhanecinin zürafanın Tiflis’in iklimine uyum sağlayamayıp öldüğünü söylemesi gibi Pirosmani de değeri bilinmeyen sanatı ile yaşadığı topluma ve zamana uyum sağlayamayacak ve sefalet içinde ölecektir. Meyhaneye gelen iki yabancının Pirosmani’nin diğer resimlerini görmek istemesi üzerine meyhane sahibinin onları soktuğu yandaki odaya girişlerinde ise kendimizi sanki bir Pirosmani tablosunun içine giriyor gibi hissediyoruz. İçeridekilerin donmuş gibi duran görüntüleri ile adeta kamera aracılığı ile tablonun içinde gezdiriyor bizi yönetmen.
Ressamın iyi yürekliliğini ve yaşadığı toplumun beklenti ve değerlerinden farklılığını anlatan ticarî girişim veya“düğün”deki eylem gibi bölümlerle veya meyhanede çalışmasını teklif eden adama “Ben bir yere bağlı kalamam” gibi diyaloglarla kahramanının karakterini bize anlatan filmde birkaç kez tekrarlanan bir görüntü var: Sanki bir “otoportre” bu; beyaz örtülü bir yemek masasında, tek başına oturan, içki içen ve başında siyah bir şapka olan ressamın görüntüsü bu ve tüyler ürperten gerçekçiliği ve Pirosmani’nin yalnızlığını ve gittikçe artan sefaletini çok iyi anlatması ile filme çok büyük bir değer katıyor. Her bir karesi özenle yaratılan bir filmde daha pek çok örneği var görsel başarının ama bu görüntü gerçekten çok farklı bir değer taşıyor.
Meyhanelere yemek ve içki karşılığında karın tokluğuna resim yapan Pirosmani’nin trajedisini bize geçiren başka sahneler de var filmde. “Eş ve çocuk istemem, bebek ağlamasını çekemem” diyen sanatçının bu sözleri sarf ettikten hemen sonra bir at arabasının arkasında yüzünde bir sevgi ve mutluluk ifadesi ile bebeğini emziren bir kadını görmesi ve ardından az önce çıktığı meyhaneye dönüp “Biraz votka ver bana, boğuluyorum” demesi gerçekten çok etkileyici örneğin. Bir diğer örnek ise gerçeküstü denebilecek bir sahne: Artık iyice düşmüş, yoksulluğunun zirvesindeki ressam sokakta yürürken karşına bir masada oturan eski dostları çıkıyor ve hemen yanlarında ayakta duran müzisyenler hayli hüzünlü bir melodi çalıyorlar ve sanatçıya içinde bulunduğu durumu anlatıyorlar sanki.
Pirosmani’nin hayatından farklı bölümleri farklı tablolar formatında anlatan film değeri bilinmeyen, yaratıcı bir insanın -daha sonra yüceltilmek üzere- kaybolup gidişini etkileyici bir şekilde anlatan önemli bir sinema eseri. Tek sinema deneyiminde, başroldeki Avtandil Arazi’nin sade performansı; tıpkı sanatçının tablolarında olduğu gibi arka plandaki her bir detayı net bir şekilde görmemizi sağlayan kamera çalışması; sanatçının tabloları gibi melodramatikve gittikçe artan karanlık havası ile bu havayı destekleyen ve hikâye ilerledikçe dozu yükselen bir ağıt havasına sahip olan müzikleri (Nodar Gabunia ve Vakhtang Kukhianidze) ile mutlaka görülmesi gereken bir film bu. Sanatçının çocukluğunu hatırladığı bir sahne var ki tek başına bile filmin başarısının kanıtı olabilir. Kaçırılmamalı!