Follow That Dream – Gordon Douglas (1962)

followthatdream“Hükümetin parasının bitmeyeceğini daha kaç kere söyleyeceğim size? Sadece insanların parası biter”

Arabalarının benzini bitince bulundukları yerdeki sahipsiz bir toprağa yerleşen ve başları hükümet görevlileri ve bir kumar çetesi ile derde giren bir ailenin hikâyesi.

Richard P. Powell’ın “Pioneer, Go Home” adlı romanından sinemaya uyarlanan bir Elvis Presley filmi. Charles Lederer tarafından yazılan senaryoyu Gordon Douslas yönetmiş ve ortaya bir dönem bizde de epey moda olan şarkıcı/türkücü filmlerinden biri çıkmış. Biri sadece birkaç dizesi söylenen toplam beş şarkı seslendiriyor filmde Presley ve açıkçası da bu şarkıları ve varlığı ile filmin tek çekicilik kaynağını oluşturuyor. Bir müzikalden çok, arada Presley’in şarkılarını söylediği müzikli bir film olarak nitelemenin daha doğru olacağı filmin hikâyesi pek kayda değer değil açıkçası ve komedisi de pek güçlü değil. Yine de Presley, canlandırdığı saf karaktere uygun oyunu ve şarkıları için görülebilecek olan filmin toplam 31 filmden oluşan Presley filmografisindeki en kayda değer olanlardan biri olduğunu da söyleyelim.

“What A Wonderful Life” isimli şarkının eşlik ettiği jenerikle açılan filmin hikâyesi temel olarak bir mülkiyet kavgası olarak özetlenebilir. Yeni yapılan bir otoyol ile bir nehir arasında kalan bir arazinin federal hükümete mi eyalete mi ait olduğu ortada kalınca bir baba, oğlu ve evlat edindiği dört çocuğundan oluşan aile yerleşiyor buraya yerel devlet görevlilerinin itirazına rağmen. Bundan sonrası aile ile eyalet görevlileri ve arazinin sahipsizliği nedeni ile kanundan kaçmak için bölgeyi ideal olarak görüp buraya yerleşen bir mobil kumarbaz çetesi arasındaki çekişmeler üzerine kurulu bir hikâye olarak ilerliyor ve bir parça heyecan, biraz mizah, biraz romantizm ve beş adet de Elvis şarkısı ie beklenen şekilde sona eriyor filmimiz. Arada hayli edepli biçimde de olsa sözel ve görsel olarak erotizme de göz kırpan filmin -elbette yine hayli edepli biçimde olmak üzere- fiziksel güzelliğinden yararlandığı kişinin kadın karakterlerden biri değil Elvis olması da film ile ilgili ilginç bir not olarak dikkat çekiyor. Presley’in canlandırdığı saf ve masum karaktere uygun bir vücut dili ve yüz ifadesi ile rolünü oynadığı filmdeki performansı belki çok geniş bir aralığa yayılan bir çeşitlilik içermiyor ama yine de tonu doğru belirlenmiş bir oyunculuk bu ve hikâyeye de yakışıyor açıkçası. Filmin mizahının önemli bir kısmı da onun karakterinin saflığı üzerinden üretiliyor. Bankada bir yanlış anlama sonucu soyguncu zannedilmesi ile ortaya çıkan komik (ne yazık ki yeterince değil) durum bunun başlıca örneklerinden biri ve pek güçlü olmasa da filme kimi eğlenceli anları katan da bu karakter oluyor.

Girişteki şarkının dışında dört şarkı daha söylüyor Elvis Presley filmde: “Follow That Dream”, “Angel”, “Sound Advice” ve “I’m Not the Marrying Kind” ve eski bir şarkı olan “On Top of Old Smokey”den de birkaç dizeyi mırıldanıyor gitar eşliğinde. Şarkılar keyifli ve Elvis de çok güzel söylüyor elbette ve filmin en keyifli anları da bu şarkılı sahneler oluyor. Yetersiz komedisi ve yine yetersiz romantizmi bir yana, belki de filmin hikâyesindeki asıl dikkat çeken “mülkiyetçi” yaklaşımı. Bir parça daha genişletirsek hikâyenin kapsama alanına girişimcilik ve bireyseliği de katabiliriz rahatlıkla ve böylece ortaya ABD’yi ABD yapan “değerler” çıkmış oluyor. Filme kaynaklık eden romanın adındaki “pioneer” kelimesinin ABD tarihinde, Batı’yı “keşfe” çıkan öncüler için kullanıldığını ve bu öncülerin o bölgelerde yerleşik olan yerlilerin hayatlarını ve uygarlığını yok ederek yeni yaşama alanları oluşturduğunu hatırlarsak filmin ABD sistemini özetlediğini söyleyebiliriz rahatlıkla. Bankacılığa yapılan bir övgüyü ve ailenin genç kızının kendisine “yerli” denmesine öfkelenmesini de filmin bu -beyaz- Amerikan değerlerinin tam da ortasında durmasına örnek olarak gösterebiliriz sanırım ve “dürüst vatandaş” övgüsü de tam da bu bağlamda yerini almış görünüyor filmde. Elvis’in hikâyede bir ara kanunun temsilcisi olması ve finalde mahkemenin adalet dağıtması da yöneteni ve yönetileni ile mutlu bir ülkenin göstergeleri oluyorlar. Romanı yazan Richard P. Powell kitabının okuyucuların gözünde “devlete karşı bireyin hikâyesi” veya “Amerika’nın öncü ruhlarının bugünkü karşılığı” olarak okunabileceğini söylemiş zamanında ki onun da derdini anlatan ifadeler bunlar. Burada devlete karşı olmak ile sisteme karşı olmanın farklı şeyler olduğunu da hatırlamak gerekiyor elbette.

Ünlü müzisyen Tom Petty, bu filmin çekimlerinde görev alan amcası sayesinde Elvis ile tanışmış henüz 11 yaşındayken ve kendisinin Elvis ve Rock and Roll sevgisi de o zaman başlamış. O kadar hayran olmuş ki Presley’e, o dönemde çocukların gözdesi olan Wham-O marka sapanını Elvis’in 45’likleri ile değiş tokuş etmiş bir arkadaşı ile! Evet, hayran olmamak zor Elvis’e hem müziğe kattıkları hem de müziğine kattığı karizması nedeni ile. Aslında bu filmi belki de onu sanatçının pek çok diğer filminin aksine fazla “sömürmemesi” ve saf bir karakteri oynatması nedei ile takdir etmek gerekiyor. Kuşkusuz karizması yine kendisini gösteriyor ama hikâye bir şekilde onun sıradan görünmesine de imkân tanıyor.

(“Gençlik Rüyası”)

Tony Rome – Gordon Douglas (1967)

“Fahişe sadece bir lakap ve sadece dostlarım bana öyle der”

Bir özel dedektifin kayıp bir broş ve sarhoş bir genç kız ile başlayan karmaşık bir olayı çözme çabasının hikâyesi.

Yorgun ve rolüne oturmamış görünen bir Frank Sinatra’nın üzerine kurulu film 30’lu ve 40’lı yılların Humphrey Bogart’lı kara filmlerine öykünen, kadınların yine erkeklerin gözünden görüldüğü ve anne veya fahişe sınıflarından birine oturtulduğu, hikâyesi yeterince çekici olmayan ama yine de 60’lardan getirdiği esinti ile seyredilebilir bir film. Bir yıl sonra yine Gordon Douglas tarafından ve Frank Sinatra’nın aynı karakteri canlandırdığı bir devamı da çekilen film Sinatra’nın zenginlerin akıl erdiremediği “yoz” dünyasına bulaşan dedektif rolündeki olmamışlığı ile garip duruyor bir yandan da.

Nancy Sinatra’nın seslendirdiği bir Lee Hazzlewood çalışması ile açılan filmin bu şarkısı belki aynı ikilinin “These Boots Are Made for Walkin'” veya “Summer Wine” şarkıları kadar çarpıcı değil ama yine de hoş bir giriş sağlıyorlar filme. Eski polis yeni dedektif, hem babacan hem çapkın, günümüzde Bruce Willis’in devralmış göründüğü ve en zor koşullar altında bile espri yeteneğini kaybetmeyen kahramanların eski örneklerinden biri Sinatra’nın zaman zaman sıkılmış bir havada canlandırdığı bu adam. Daha çok 60’lı ve 70’li yılların polisiye televizyon dizilerinden biri gibi duran film o dönem filmlerinin sinemasal kalitesi ne olursa olsun ve biraz da nostaljinin doğurduğu bir etki ile sahip olduğu cazibeyi tam anlamı ile taşımıyor. Sinatra’nın varlığını doğrulamak için filmde yer almış gibi görünen onca kadın karakterinin hepsinin elbette bir şekilde onun (bizim de varlığına ikna olmamız beklenen ama dürüst bir yaklaşım ile bakılırsa filmde pek de kendini göstermeyen) cazibesinden etkilenmesi anlaşılabilir bir durum belki filmi yapanlar açısından ama bu kadın karakterlerin o dönemin koşullarına uygun bir ölçüde erotik kullanımı ve biri hariç tümünün onun yanında aciz görünmeleri bugün rahatsız edebilir seyredeni. Bağımsızlığını ve kişiliğini korur gibi görünen ve Jill St. John’un tüm zarifliği ile özel bir hava kattığı karakteri de Sinatra’nın “yardımcısı” olma rolünden öteye geçemiyor ve zaten finalde de “namuslu” kadın olmayı seçerek kendisini özel kılan tek durumu da yok ediyor.

Hollywood sinemasının hemen tüm filmlerde dedektifleri (ve özellikle de eskiden polis olan dedektifleri) çok zeki ve becerikli, polisleri ise en hafif deyimle beceriksiz göstermesi burada da kendini gösteriyor elbette. Polisler hep geriden geliyor ve ancak dedektifimize yardımcı oldukları durumda bir anlam ifade ediyorlar. Bir devam filmini gerektiren nasıl bir cazibesi olmuş bu filmin bilinmez ama yine de hafif, esprili ve kadınları ile çekici bir dedektiflik hikâyesi izlemek isteyenler için.