Paar – Goutam Ghose (1984)

“Sebep mi? Yeni bir durum değil bu. En çok yoksulları etkiliyor. Bu yüzden öldürülüyorlar, köyleri yakılıyor. Kadınlara tecavüz edildi. Tek sebep talepleri, çok büyük bir talep de değil üstelik. Hak ettiğimiz ücreti almak istiyoruz, hepsi bu”

“Dokunulmazlar”dan olan yoksul bir Hintli çiftin köyde başlayıp şehirde devam eden hayatta kalma hikâyesi.

Bengal dilinde yazan Hintli yazar Samaresh Basu’nun bir hikâyesinden serbest bir şekilde uyarlanan bir Hindistan yapımı. Senaryosunu Partha Banerjee, Goutham Ghose ve Partho Mukerjee’nin yazdığı filmin yönetmenliğini üstlenen isim Goutham Ghose olmuş. Henüz kırk beş yaşındayken hayatını kaybeden ve ülkesinin sosyal meseleleri ile çok yakından ilgilenen Hintli sinemacı S. Sukhdev’e ithaf edilen film, yoksul bir çiftin önce köylerindeki sonra da Kalküta’daki hayatlarını iki bölümde anlatan; onların yoksulluk, sınıf çatışması, direniş ve hayatta kalma mücadelelerine odaklanan hikâyelerini tam bir gerçekçilik duygusu ile aktaran, iki başrol oyuncusunun (Naseeruddin Shah ve Shabana Azmi) sağlam performansları ile parladığı ve filmin adının esinlendiği unsurlardan biri olan sahnesinin bir örneği olduğu etkileyici bölümleri olan bir çalışma. Sorumlu bir sinemacının en başarılı eserlerinden biri olan film sinema dili açısından sayısı kısıtlı bazı anlarında yeterince olgun görünmese de, politik ve sosyal meselelere eğilen önemli bir Hindistan yapıtı olarak görülmeyi hak ediyor.

Goutam Ghose senaristlik ve yönetmenlik dışında, görüntü yönetmenliğini ve müziklerini de üstlenmiş filmin ve bu bakımdan tam anlamı ile kendi damgasını vurmuş filme. Onun Hint ezgilerini içeren müziğinin eşlik ettiği açılış jeneriği yavaş yavaş batmakta olan güneşi ufukta gördüğümüz bir sahneyi getiriyor karşımıza. Başlayan gecenin bir felaket getireceği köyde yaşlı anne ve babası ile yaşayan yoksul tarım işçisi Naurangia ve hamile eşi Rama’nın hikâyesi bu ama film “Dokunulmazlar” sınıfından olan bu insanlar üzerinden, yoksulluk ve sömürünün egemen olduğu bir düzeni evrensel kılmayı başararak anlatıyor. Zengin toprak sahipleri hükümetin belirlediği asgari ücreti vermeye yanaşmamakta ve yoksulların acizliklerini ve zorunluluklarını onların aleyhine kullanmaktadır. Köyün entelektüeli diyebileceğimiz, Gandhi’nin pasif direniş prensibini benimseyen öğretmen dokunulmazları hem muhtarlık seçimi için hem de ücret hakları için örgütleyerek düzeni değiştirmeye çalışır ama yüzlerce yıldır süren bir sisteme karşı koymak mümkün değildir. Film ikinci bölümde ise çiftin gitmek zorunda kaldıkları Kalküta’daki hayatlarını, bir fabrikada iş bulmaya çalışmalarını anlatıyor ve sömürünün sadece biçim değiştirdiğini ama özünün aynı kaldığını gösteriyor bize. Özetle, köyden şehire yoksulların hayatında değişen bir şey yoktur ve sömürü aynen sürmektedir.

Goutam Ghose’nin görüntüleri bu “mutlak çaresizlik” filmine önemli bir gerçekçilik katmış pek çok sahnede. Bizde özellikle 1960’ların ikinci yarısında ve 70’lerde örneklerini seyrettiğimiz türden politik bir içeriği olan film bu içeriğe doğru tonda bir gerçekçilik katan görüntülere sahip ve Ghose birkaç farklı sahnede filmin geneli açısından değerlendirildiğinde belki bir parça ayrıksı duran ama kesinlikle etkileyici bir görsellik de yakalamış. Örneğin köydeki cinayet sahnesinde katilleri karanlık gökyüzü fonu önünde bir siluet olarak gördüğümüz sahne şiirsel bir duyguya sahip tüm sertliğine rağmen. Bir benzerine yine oldukça önemli bir etkileyicilikle “iskelede mal bekleme” sahnesinde tanık olduğumuz bu “artistik” görüntüler dışında ise, Ghose hiç yapay ışıklandırmaya başvurmamış görünüyor ve karşımıza karanlık kareler getirmekten çekinmiyor; sizi seyrettiğiniz sahnenin parçası yapan ve gördüğümüzü de gerçekçi kılan bir tercihte bulunmuş oluyor böylece yönetmen. Ghose belgeselci olarak başladığı sinema kariyerindeki bu geçmişini de yansıtmayı başarmış filme. Hikâyenin her ânına yeterince yansıtılamamış olsa da, katliamdan kurtulanlarla röportaj yapan gazetecinin sahnesinden kalabalıkların yer aldığı sahnelere Ghose hikâyesini dürüst ve gerçek kılan bir belgeselci anlayışı tercih etmiş.

Sömürüye başkaldırış yöntemlerinin farklılığı (çaresizliği kabullenmek, pasif direniş veya şiddete şiddetle karşılık vermek) ve mutlak acizliğin insanları nasıl zavallılaştıracağı benzeri sosyal meseleleri kendisine dert eden ve bir gerilim havasında anlatan filmde “Kalküta’da para harcatan adam”la ilgili bölümlerin (örneğin müze sahnesi) gibi gereksiz durduğunu ve köy ile şehir bölümlerinin temelde aynı meselelere odaklansa da tam bir organik bağı olmayan, iki ayrı hikâye gibi durduklarını da söylemek gerekiyor. Buna karşılık bu problemlerinin tümünü unutturacak bir finali var filmin. Domuzları nehirde karşıdan karşıya geçirme sahnesi bu ve son bir romantizm görüntüsü ile filmi kapatırken, oldukça vurucu bir etkiye sahip oluyor seyirci üzerinde. İki oyuncunun insanüstü bir efor harcamak zorunda kalan karakterlerine tüm bedenlerini emanet ettiği bu sahne sert gerçekçiliği ile oldukça başarılı ve bir mutluluk hayalinin domuzların yanında yerde yatarak sona ermesi ile yaralıyor seyirciyi.

Çaresizliğin tam bir resmini çizen filmde hamile kadın – hamile hayvan bağlantısının iç burkan yanı, kameranın iki oyuncunun yüzünde yakaladığı ifadeler, Naseeruddin Shah (Venedik’te ödül amış buradaki performansı ile) ve Shabana Azmi ikilisinin karakterlerinin ruhsal ve fiziksel ızdıraplarını, çabalarını, umutlarını ve çöküşlerini yansıtan usta oyunculukları ve seyrettiğinizin gerçekten yaşanmış olduğuna sizi ikna edecek dürüstlüğü gibi pek çok çekici öge var. Nehrin bir yakasından diğerine, köyden şehire, umutsuzluktan umuda geçmeye çalışanları anlatan bu film görülmeli ve sinemanın -örneğin bizde olduğu gibi- insanı, meselelerini ve bu meseleleri yaratan düzeni anlatmayı ihmal ederek (ya da özellikle anlatmamayı tercih ederek) nasıl bir ihanet içinde olduğunu hatırlamalı!

(“The Crossing”)