“Risk almaktan çekinmemelisin; yoksa hiçbir şey yapamazsın ve bu da korkunç bir şey olur”
Paris’te birlikte sadece bir gece geçirdiği bir kızın peşinden giden bir adam ve yanındaki iki kişinin hikâyesi.
Senaryosunu Guillaume Brac ve Catherine Paillé’nin yazdığı, yönetmenliğini Brac’ın yaptığı bir Fransa yapımı. Daha önceki üç uzun metrajlı sinema filminde olduğu gibi Brac yine komedisi ve dramı yan yana koyan “küçük bir hikâye” anlatıyor ve kahkaha attırmayı değil, gülümsetmeyi hedefleyen mizahı ve duygulandırmayı değil, hayatı tüm gerçekliği ile hissetmenizi sağlayan dramı ile çekici bir yapıta imza atıyor. Bir yaz aşkı kadar hafif, dokunaklı ve eğlenceli bir film bu ve Fransa’nın ünlü Cahiers du Cinéma dergisinin 2011’in en iyi 7. filmi olarak seçmesi hayli tartışmaya açık olsa da, ilgiyi hak eden bir çalışma kesinlikle. Büyük bir çoğunluğu ilk kez oyuncuğu deneyen genç kadrosunun başarısı ile dikkat çeken film, işte tam da onların performansları kadar doğal, yalın ve gerçek görünen bir sinema eseri.
Paris’te nehir kenarındaki bir yaz gecesi eğlencesini ve keyifle dans eden insanları yüzünde koca bir gülümseme ile izleyen Félix (ilk kez oyunculuk yapan Eric Nantchouang) ile açılıyor film. Bir süre sonra o da katılıyor dansa ve genç bir kızla (yine ilk filmindeki Asma Messaoudene) birlikte eğlenirken görüyoruz onu. Buradan ertesi sabaha geçiyoruz ve bir parkta birlikte uyanırken görüyoruz onları. Oğlan kısa bir süre sonra, çok etkilendiği ve bir başka şehirde yaşayan kızın peşinden gitmeye karar verecek ve yanına en yakın arkadaşı Chérif’i (Salif Cissé) alarak, araç paylaşım sistemi ile birlikte yolculuk yapacakları genç bir adam (Edouard rolünde bir başka yeni oyuncu olan Édouard Sulpice var) ile yola çıkacaklardır. Bundan sonra izleyeceklerimiz ise tam bir yaz aşkı hafifliğinde, hayli sıcak, gerçekçi ve eğlenceli bir hikâye getiriyor karşımıza. Başlayan ve biten aşklar, başlayan ama devamının gelmesi pek mümkün görünmeyen bir başka aşk, bir genç adamın kendi kimliğine ve özgüvenine kavuşma süreci, ilişkiler ve çatışmalarla süren hikâye olması gerektiği gibi bitecek ve Guillaume Brac tıpkı yaz tatilinin bitip, gerçek hayata dönülmesi gibi aniden ve ağızda tat bırakan bir şekilde son verecektir karakterlerin hayatlarına tanık olduğumuz bölümüne.
Hikâye Félix ile başlasa da Chérif ve Edouard’ı da alıyor odağına ve onların da ilişkilerini ve karakterlerini hep gülümseten ama asla kahkaha attırmaya çalışmayan bir sade mizah ile anlatıyor. Brac ve Catherine Paillé’nin senaryosu, doğaçlama havası veren diyaloglarla bezeli sahneleri adeta gerçek hayatın içinden çekip almışcasına son derece gerçek görünüyor. Sadece karakterlerin konuşmaları değil, üç adamın yolculuk boyunca veya gittikleri kamp yerinde yaşananlar da aynı sahiciliğe sahipler. Brac Cineuropa’yla yaptığı röportajda asıl anlatmak istediğinin “farklı karakterleri; sosyal ve kültürel dünyaları olan gençler arasındaki ilişkileri sergilemek” olduğunu söylemiş ve açıkçası başarmış da bunu. Uzun diyaloglara rağmen her anında taze ve çekici bir görüntüyü koruyan film hiçbir zorlama duygusu hissettirmeyen sahneleri ile bu görüntüyü eğlenceli de kılmış üstelik. Çadırdaki “gece plağı” sahnesinden Félix ve Chérif’in Edouard‘la ilk kez karşılaştıkları ve sonuncusunun büyük bir hayal kırıklığı yaşadığı sahneye ve kıskançlık bölümünden dünyanın ve insanlığın geleceği için kaygılı adamın bir bebekle geçirdiği kısa bir süre sonradan değişen düşüncelerine senaryo tazelik ve uçarılığını hiç yitirmeden akıp gidiyor. Gerek hikâyesi gerekse karakterleri ile pek çok eleştirmen tarafından belirtildiği gibi Éric Rohmer’i ve bir parça da Woody Allen’ı (özellikle Edouard karakteri annesi ile olan ilişkisi ve zayıf ve sarsak kişiliği ile rahatça bir Allen filminin kahramanı olabilir) hatırlatan film gösterdiğinden daha fazlasını ima etmeye çalışmayan alçak gönüllü bir yapıt olma hedefini de tutturmuş görünüyor.
Filmin özeti olabilecek bir “kanyon geçişi“ sahnesi ile seyircisini aralıksız gülümseten film sık sık şu düşünceyi ve onun yarattığı bir hafiflik duygusunu uyandırıyor: Dünyanın, bizlerin ve meselelerimizin aslında çok da önemli ve düşündüğümüz kadar büyük olmadığını, insanın tüm zaafları ve arzuları ile aslında hayli komik bir canlı olduğunu ve hayatlarımızın aslında tüm o çatışmaları gerektirmeyecek bir düzen içinde yaşanıp gidebileceğini düşünüyorsunuz hikâyenin başından sonuna kadar. Sevgi, anlayış ve iyi niyetin pek çok sorun ve kötülüğe en önemli çözüm kaynağı olduğuna sizi ikna edebilir film ve finalde Félix’in nehir kenarında bir kadınla olan sahnesinin de gösterdiği gibi, biten her şey bir yenisinin kapısını açacaktır mutlaka. Kapanış jeneriğinde kulağımıza gelen Kevin Morby’nin “Harlem River” şarkısının sözlerindeki gibi, aşk sayesinde “inci ve elmastan ayakkabılarla bulutlara tırmanıp, ayı çalmanın” mümkün olduğunu hatırlatan; hikâyenin önemli bir kısmının geçtiği yörenin tatil kasabası güzelliğini tam bir gerçeklikle karşımıza getiren ve Fransız şarkıcı Christophe’un 1965 tarihli hiti “Aline”i eğlenceli bir karaoke sahnesinde kullanan filmin karakterlerini ve hikâyeyi yaratırken oyuncularının kişisel deneyimlerinden de yararlanmış Guillaume Brac ve Catherine Paillé ikilisi ve zaman zaman ortaya çıkan belgesel havasının doğmasını sağlamışlar. Özetlemek gerekirse, sıradan ama dürüst bir hikâye anlatan film karakterlerini seveceğiniz ve onlarla birlikte yazın o tatlı esintisini hissedeceğiniz keyifli bir yapıt.
(“All Hands on Deck”)