Eyyvah Eyvah – Hakan Algül (2010)

eyyvah_eyvah“Ben senin oğlunum be ya! Ben senin oğlunum!”

Çocukken kendisine öldüğü söylenen babasının yaşadığını öğrenince, onu bulmak için İstanbul’a gelen ve burada bir gece kulübü şarkıcısı ile tanışan bir klarnetçinin hikâyesi.

1989 yılından bu yana tutulan istatistiklere göre 2,46 Milyon seyirci ile Türkiye sinemalarında en çok seyredilen otuzuncu film olan ve gördüğü ilgi üzerine iki devam filmi de çekilen (ilki 3,95 Milyon, ikincisi ise 3,41 Milyon kişi tarafından sinemalarda seyredilmiş bu devam filmlerinin) bir komedi. Ata Demirer’in senaryosunu yazdığı ve Demet Akbağ ile başrollerini paylaştığı filmin yönetmen koltuğunda serinin devam filmlerini de yöneten ve popüler komedileri ile bilinen Hakan Algül yer alıyor. Recep İvedik’lerin yollarını iyice açtığı sulu ve kaba komediler ile başarısız korku filmleri arasında sıkışmış gibi görünen sinemamızın popüler örnekleri içinde nispeten öne çıkan bir çalışma bu. Komedisi o denli kaba değil ve hatta zaman zaman keyifli, oyunculukları benzerlerinden daha iyi ve en azından elle tutulur bir hikâyenin varlığı ile dikkat çekiyor.

İyi yürekli ve yetenekli bir müzisyenin babasını ararken İstanbul’da yaşadıklarını karşımıza getiren film Ata Demirer’in meslektaşları ile kıyaslandığında takdir edilmesi gereken ekonomik oyunu ve Demet Akbağ’ın başarılı performansı ile dikkat çekiyor öncelikle. Akbağ yüzüne karakterine uyan abartılı ve yapay bir görüntü veren silikonlarının da desteklediği performansı ile döktürüyor kesinlikle. Başta röportaj sahnesi olmak üzere filmin komik anlarının çoğunda da o öne çıkıyor. Yan oyunculuklar da, başta menajer rolündeki Bülent Şakrak ve eski belalı sevgiliyi oynayan Ali Savaşçı olmak üzere dizginlenmiş performansları ile filmin oyunculuk başarısına katkı sağlamış. Bu durum, diğer popüler komedilerin zıvanadan çıkmış abartılı havasına uyan oyunculukları ile kıyaslandığında önemli ve kuşkusuz filmin lehine olan bir tercih. Kabalaşmadan da güldürebilmek diye özetleyebiliriz fimin bu yanını.

Senaryo da oyunculuklarda olduğu gibi, kabalaşmıyor, zorlamalara çok az başvuruyor ve seyircinin en ilkel meraklarına hitap etmemeye çalışıyor çoğunlukla. Evet, bu açıdan başarılı film ama yine de komedilerimizin kimi hastalıklarından epey nasiplenmiş yazık ki. Bu hastalıkların en başında da mizahın televizyon skeçlerinde gördüklerimizin ötesine geçememesi ve bir süreklilik gösterememesi geliyor. Mizahı ile birlikte ilerleyen bir hikâye yerine, zaman zaman adeta farklı küçük skeçlerden oluşuyormuş gibi akıyor film. Kimi karakterlerin ve onların yer aldığı sahnelerin hikâyeye yedirilememiş olması ve adeta Ata Demirer’in bir kenara not aldığı komikliği, hadi burada kullanayım demesi ile hikâyeye girmiş gibi görünmeleri zedeliyor filmi. Örneğin çakmakçı yaşlı adam karakterinin o çok da komik olmayan sahnesi ile hikâyede ne aradığını cevaplamak pek mümkün değil. Bu karakter ve sahne, elbette çok daha kabalaştırılarak bir Recep İvedik filmine koyulabilirmiş. Baş karakterin, anneannesinin değerli eşyalarını ve parasını sakladığı ve anlaşılan sıkça karıştırdığı kutusunda hep durduğu anlaşılan babasının fotoğrafını hikâyemiz başlayabilsin diye yeni keşfediyor olması gibi garipliklerden de muaf değil film ne yazık ki. Ana hikâye boyunca kimi durak noktalarında yaşananlar ve rastlanılan karakterler de her zaman yeterince eğlendirmiyor ve sahneler arası geçişlerin televizyon dizilerini hatırlatan biçimi filmin sinemasına zarar veriyor.

Yönetmen Hakan Algül’ün başarılı olduğu “aksiyon” sahneleri ve fiziksel mizahın hem içerik hem mizansen olarak başarıyla kotarılmış olması ile filmin ikinci yarısı, ilk yarısından daha eğlenceli kesinlikle. Özellikle Akbağ ve Demirer’in ikili sahneleri dinamizmi ve oyuncuların performansları ile filmin düzeyini yükseltiyor. Kaza sahnesinin başarısının dikkat çektiği bu bölümün dinamizmi ve komedisinin bütünselliğini koruyan havası keşke tüm filme yayılabilseymiş. Yine de sonuç olarak, sinemamızın popüler komedilerinin gittikçe daha da düşen düzeyi düşünüldüğünde, “parlak” olarak nitelenebilecek bir çalışma bu ve ilgi gösterilmeyi hak ediyor. Bu filme özgü olmayan bir “ikiyüzlülüğü” de anmadan geçmemeli. İstanbul’un eski havasını süratle yok eden bir sisteme hiç değinmeden, şehrin mahalle havasını taşıyan (ya da film için yaratılan setlerle korunmuş havası yaratılan) yerlerini kendine mekân seçerek bu insan sıcaklığını taşıyan yerleri sanki yaygınmış gibi gösteren görsel anlayışın ikiyüzlülüğünden söz ediyorum. Bu “mahalle havası” filmler için değil, yaşayanlar için gerekli asıl ve bu havayı yok eden sisteme de en azından bir lâf etmesi gerekiyor bu tür filmlerin.