“Sakın bana bu fare deliğine kira toplamaya geldiğini söyleme. Senden öncekiler de denedi bunu”
Brooklyn’de siyahların yaşadığı bir gettodaki bir apartmanı lüks bir binaya çevirmek için satın alan zengin bir beyaz adamın yaşadıklarının hikâyesi.
Tüm kariyeri boyunca sadece on bir film çekebilen Hal Ashby’nin ilk filmi. 1970 tarihli film beyaz-siyah ve zengin-yoksul karşıtlığı üzerinden hikâyesini anlatan ve Hollywood’un politik olabildiği nadir dönemlerden biri olan 70’li yıllardan gelen bir çalışma. Konusunu satir kalıpları içinde ele alan film dönemin atmosferini anlamaya yarayacak sosyal komedilerden biri olarak değerli daha çok ve bu yanı bir kenara bırakılırsa bugün hem içerik hem de sinemasal olarak hayli eskimiş görünüyor. Bazı filmler “iyi” yaşlanmıyor ve bu da o filmlerden biri.
Kelimenin tam anlamı ile züppe ailesi ile birlikte yaşayan genç adamın kendi başına giriştiği yatırım, neo liberalizmin dört bir koldan saldırıya geçtiği bizim gibi ülkelerde son yılların moda kavramı olan soylulaştırma çalışmasının bir örneği. Beyoğlu’ndan Sulukule’ye yoksulları yerlerinden edip onların yaşam alanlarını ranta dönüştürmeyi hedefleyen süreci anlatan bu kavram, filmimizin de temel noktalarından biri. Buna kiracılardan birinin kocası rolündeki ve sık sık tutuklanan radikal siyahı, ve zengin beyazların yapaylığı ve yoksul siyahların doğallığı ve bu iki farklı dünyanın ilk kez karşılaşmaları üzerinden ilerleyen politik temayı da eklemek gerek. Beau Bridges’in kariyerindeki en iyi oyunculuklarından birini verdiği performansı ile canlandırdığı genç adamın, içine girdiği ve kendisi için hayli yeni olan “siyah” dünyada yaşadıkları kimi keyifli sahneler de sunuyor seyredene. Örneğin apartmandaki kiracılardan biri olan yaşlı kadın (Marge) ile ilk karşılaşması bu iki karakterin iki farklı dünyanın insanı olduğunu başarılı bir biçimde anlatıyor bize. Yine aynı kadının genç adamın annesi ile ilk karşılaşması da benzer bir biçimde ve kimi klişelerden nasibini alsa da keyif veriyor seyredene.
Filmin yükü Beau Bridges’ın üzerinde ama filmde öne çıkanlar iki kadın oyuncu. Marge’ı canlandıran Pearly Bailey ve genç adamın aşık olduğu bir başka kiracıyı oynayan Lee Grant filmin asıl yıldızları. Göründükleri her sahnede kendi ortalama performansının üzerinde oynayan Bridges’ı ezip geçiyorlar kelimenin tam anlamı ile. Kesikli kurgusundan ironik yaklaşımına, garip karakterlerinden sosyal temalara dokunan hikâyesine film tam bir 70’ler filmi. Evet öyle ama film Hal Ashby’nin diğer pek çok filminde, örneğin “Being There” adlı baş yapıtında, gösterdiği başarısını sergileyebildiği bir çalışma olamamış. Belki çekildiği yılda taze bir bakış açısı taşıyordu film ama bugünden bakıldığında pek de bu hissi yaratamıyor açıkçası. Karakterlerinin garipliği örneğin, ilgi çekici olmayıp sadece gariplik olarak görünüyorlar bugün. Beyazların siyahlara, siyahların beyazlara bakışındaki kalıpları ve bu kalıpların içinde kalmaktan kaynaklanan klişe düşünceleri yermeye yola çıkmış gibi görünen bir filmin kendisinin bu klişelerin içinde takılıp kalmış görüntüsü vermesi pek de olumlu bir durum değil elbette.
Amerikalıların WASP (White, Anglo Saxson and Protestant – Beyaz, Anglo Sakson Kökenli ve Protestan) dedikleri dünyaya ait insanların yaşam biçimleri, değerleri ve bu filmde siyahlar ile örneklenen “alttaki ötekilere” bakışını eleştirisinin odağına yerleştiren film, bunu yeterince güçlü, sinemasal ve söylem olarak güçlü, yapamıyor ve bu da filmin bugün neden hayli eskimiş göründüğünü açıklıyor sanırım. Yine de kimi anlarındaki serbest stil kurgusu, günümüz Türkiye’sinde ve özellikle İstanbul’da tırpan gibi önüne geleni yok edip ilerleyen “soylulaştırma” kavramını gündeme getirmesi ve Bailey ve Grant ikilisinin oyunları için ilgiye değer bir film. Liberallerin o kadar da liberal olmadığını ve doğası gereği olamayacaklarını da söyleyen bir film ne de olsa karşımızdaki.
(“Ev Sahibi”)