“Burası Latin Amerika’nın endüstri merkezlerinden biri ve Brezilya’nın brüt millî hasılasının yaklaşık %60-70’inin üretildiği São Paulo’nun bir bölgesi. Brezilya’da yaklaşık 120 milyon kişi yaşıyor ve bunların da hemen hemen yarısı 21 yaşının altında ve onların da yaklaşık 28 milyonu Birleşmiş Milletler tarafından belirlenen standartların altında yaşam süren çocuklardan oluşuyor. Yaklaşık 3 milyon çocuğun herhangi bir evi ve bir ailesi yok. Bir çocuğun durumu cezaî sorumluluğunun başladığı on sekiz yaşından sonra daha da kötüleşiyor ve ve henüz cezaî sorumluluğu olmayan on sekiz yaşın altındaki çocukların da yetişkinler tarafından, ceza almayacakları suçları işlemeleri için sömürülmelerine yol açıyor. Alacakları en büyük ceza, birkaç ay boyunca kalacakları ve yer sıkıntısı ile salıverilecekleri bir kuruma gönderilmeleri oluyor. Bu bölge ailelerin ve çevredeki fabrikalarda çalışan işçilerin yaşadığı bir yer. Burada aileler işe gittiklerinde çocuklarını evde bırakırlar ve onlara ya yaşı büyük olan başka bir çocuk ya da bu iş için para verdikleri komşuları bakar. “Pixote” filminin baş karakteri olan Fernando annesi ve dokuz çocukla birlikte bu evde yaşıyor örneğin. Bu film çok kısıtlı imkânlarla yaşayan çocuklar tarafından canlandırılmıştır ve onların eseridir”
Tüm hayatı suçla örülü bir sokak çocuğunun hikâyesi.
Brezilyalı romancı José Louzeiro’nun “A Infância dos Mortos” (Ölülerin Çocukluğu) adlı kitabından uyarlanan, senaryosunu Hector Babenco ve Jorge Durán’ın yazdığı bir Brezilya filmi. Darwin’in evrim teorisindeki “doğal seçilim”in işleyişini anlatan “en iyi (güçlü, sağlıklı) olanın hayatta kalması” ifadesinin Brezilya sokaklarına, ama güçlü olan değil, zayıf olan açısından uyarlanmış bir hali olarak görebileceğimiz adı ile bu film hem yaş hem sınıf olarak en zayıf olanların ayakta kalma mücadelesini anlatıyor bize ve bunu benzersiz bir şekilde yapıyor. Belgesele yakın bir anlatımı olan, sertlikten kaçınmayan ama bu arada özellikle çocukların içlerinde olduğu sahneleri ile rahatsız da eden film yoksulluğun ve işlemeyen bir toplum düzeninin en gerçekçi ve doğrudan örneklerinden biri sinema tarihindeki. Toplam üç sinema filmi ve bir TV dizisinden oluşan oyunculuk kariyerindeki bu ilk çalışmasında küçük oyuncu Fernando Ramos da Silva’nın etkileyici bir performans sergilediği filmde çoğunluğu amatör oyuncu olan çocuklardan oluşan kadronun gerçekçi çalışmaları da dikkat çekiyor. İtalyan Yeni Gerçekçilik akımının 1980’lere taşınmış bir hali olarak tanımlanabilecek olan film sinemanın gerçek insanları, gerçek mekanlarda ve gerçek hikâyeleri ile anlattığı zaman nasıl gerçek bir sanat eseri yaratabileceğinin de önemli kanıtlarından biri.
Hikâyenin kahramanı olan Pixote (Küçük çocuk anlamına gelen bir sözcük bu) adındaki çocuğu canlandıran Fernando Ramos da Silva’nın hayatı da canlandırdığı karakterinki kadar zorlu ve trajik. Kendisi de sokaklarda yaşayan bir suçlu olan ve bu filmdeki başarısını daha sonra aldığı rollerle sürdürmeye çalışan ama bunu başaramayan (bunda okuma yazmayı pek bilmemesinin de rolü olmuş) ve sokaklara geri dönen da Silva altı yıl sonra polisler tarafından -polisin iddiasına göre- bir çatışma sırasında- öldürülmüş ama bugün polislerin kesinlikle bir yargısız infazla on dokuz yaşındaki bu genci katlettikleri kabul ediliyor. Oynadığı filmdeki çocukların da başına gelen bu olayı oyuncunun kendi hayatında yaşamış olması, filmin -bu örnekte talihsiz bir biçimde- gerçeğe ne kadar yakın olduğunun da örneklerinden biri.
Hector Babenco’nun bu sert bir etkileyiciliği olan filmi yoksulluğun toplumu nasıl yozlaştırdığını ve bu yozlaşmanın en büyük kurbanlarının da ileride her biri kaçınılmaz bir sonuç olarak birer suçluya dönüşecek çocuklar olduğunu anlatıyor bize. Sokaklardan toplanılarak getirildikleri ıslahhanelerdeki yaşamların ıslah etmek bir yana hayatlarını daha da kararttığı ve onlara yaşamlarındaki tek alternatif olarak suç dünyasını sunduğu bu çocukların birbirine benzer hikâyelerini gerçekçi bir dil ile özellikle bazı sahnelerde (örneğin ailelerin ıslahhane ziyareti sahnesi) daha da öne çıkan bir belgesel yaklaşımı ile el alıyor Babenco. Uyuşturucudan fuhuşa hırsızlıktan cinayetlere uzanan suçların parçası olan çocukları izlerken sert bir yumruk yemiş gibi hissediyorsunuz sık sık. Etraftaki yetişkinlerin, başta polisler ve çocuklarla ilgilenme sorumlulukları olan devlet görevlilerinin, tavır ve eylemleri çocuklarının çıkışsızlığını daha da artırırken, filmin bu konuda hayli cesur davrandığını da kaydetmek gerek. Tüm bir toplumsal düzeni ve bu düzenden yararlananları sert bir biçimde eleştiriyor film ve bunu yaparken hiç de çekingen davranmıyor.
Yoksulluğun nelere yol açabileceğini, işlemeyen bir toplumsal düzenin ve adaletsizliğin sonuçlarını etkileyici bir biçimde anlatan ve öldürülen bir yargıcın katilini bulmak ya da en azından bir katil yaratmak için polisin saptığı yolları gösteren film sınıf farkını ve alt sınıfların trajedisini de sergilemekten kaçınmıyor hikâye boyunca ve gücü olanın zayıf olanı her durumda sömürmekten kaçınmayacağının da altını çiziyor. Bunu yaparken de sertlik ve gerçekçilik adına bazen gereğinden fazla ileri de gidiyor film ne var ki. Çocukların dahil ya da seyircisi olduğu cinsellik sahneleri başta olmak üzere filmin bu konuda ileri gittiğini kabul etmek ve eleştirmek gerekiyor açıkçası. Yine de şunu da eklemek gerekir ki filmin dürüstlüğü o denli açık ki bu ileri gitme durumunu affetmek gerekiyor. Babenco filmi ile toplumda yaşananları hiç saklamadan, olduğu gibi anlatarak seyircinin yüzüne sıkı bir tokat atıyor böylece.
Yönetmenin en büyük başarılarından biri, bu derece yoğun bir hikâyede çocuklardan müthiş gerçekçi bir performans alabilmesi ve “amatör” bir görünümün filme verebileceği zararı tamamen sıfırlamış olması. Buna çok etkileyici final bölümlerini de eklemek gerek. Anne arayışı ve bunun ret edilmesi ile başlayan ve hangi yönde ilerleyeceği ve nasıl sonuçlanacağı belli bir hayata karışma ile sona eren bu final filme hayli yakışan sahneleri getiriyor karşımıza ve bir bakıma filmi ve onun baş karakteri olan Pixote’un bu filmdeki temsilcisi olduğu sokak çocuklarının hayatını özetliyor unutulmayacak bir şekilde. Bir çözüm umudu hissettirmeyen ve bir çözümün varlığını da mümkün görür bir havası olmayan ama yine de insanların içinde bulundukları koşullar ne olursa olsun mutluluğu aradıklarını hatırlatmayı ihmal etmeyen filmde Babenco’nun çocuklara bir hikâye yazmayı değil, onların gerçek hikâyelerini hiç müdahil olmadan anlatmayı tercih etmiş olması ayrıca değerli. Filmde bir fahişeyi canlandıran ve çok zor bir rolün altından ustalıkla kalkan Marília Pêra’nın başarısını da hatırlatarak bu sert ve hüzünlü hikâyeyi “mutlaka görülmeli” filmler arasına ekleyebiliriz gönül rahatlığı ile. Filmin başında -bu yazının girişinde de yer alan- konuşmayı gecekonduların önünde yapan ve hikâye boyunca teknik bir gösteriden özenle kaçınan yönetmen Hector Babenco’yu da sevgi ve saygı ile anmış olalım bu film vesilesi ile.
(“Pixote”)