Otuz Yaş – Ingeborg Bachmann

Avusturyalı yazar Ingeborg Bachmann’ın kitabındaki yedi öykü, bireylerin farklı “tutsaklık”lar içindeki hayatlarını, kararlarını ve sorgulamalarını getiriyor okuyucunun önüne. Oldukça zengin bir dil kullanılarak yazılan öykülerde bireylerin toplumsal alışkanlıklar ve sınırların içinde kalmakla, ne olduğunu her zaman pek de bil(e)medikleri farklı şeylerin peşine düşmek arasında kalmalarını yoğun bir dille anlatıyor Bachmann. İkinci Dünya Savaşı sonrasında yeni(den) bir toplum olmanın sancılarını yaşayan Avusturya’nın arka planda kendisini hep hissettirdiği öyküler, kitaba adını veren öyküdeki “Yeni bir dil olmadan yeni bir dünya yaratılamaz” cümlesinin de vurguladığı gibi hem bireylerin hem de tüm bir toplumun yeni bir dil arayışını aktarıyor bize. Buradaki yeni dil kavramı, ilk akla gelen anlamından yeni bir bakışa, yeni bir yaşama, alışkanlıkların dışına çıkan bir iletişim biçimine kadar uzanan geniş bir bağlamda ele alınıyor öykülerde.

“Bir Avusturya Kentinde Çocukluk” adını taşıyan ilk hikâye yarı-lirik denebilecek bir üslupla çocukluğunun geçtiği yeri yıllar sonra ziyaret eden bir adamın izlenimlerini hüzünlü bir dil ile aktarırken, adını verdiği kitaptaki en uzun öykü olan “Otuz Yaş” otuzuna giren bir adamın kendisini artık yaşlanmış hissederek başladığı yeni yaşını genç hissederek bitirmesini anlatıyor. “Bir tutukevinde yaşadığını” hisseden adamın bir yıla yayılan arayışını, sorgulamalarını ve amaçsız yaşayışını anlatan öykü kitaptaki en etkileyici eserlerden biri. “Her Şey” kendini arkadaşının hamileliği nedeni ile yaptığı bir evliliğin içinde bulan bir adamın, ne olduğunu kendisinin de bilmediği yeni bir “dil” ile yetiştirmesini gerektiğini düşündüğü çocuğu ile ilgili hissettiklerini anlatıyor ve bir kabullenmeyi de barındırdığı anlaşılan bir hayatla barışma ile sona eriyor. Diğer öykülerdeki gibi bir kıstırılmışlık ve bir uzlaşma içeren öykü trajik öğesi ile de ilginç ayrıca. “Katiller ve Deliler Arasında” savaşın bitiminden on yıl sonra birkaç erkeğin sohbeti üzerinden ilerlerken, savaşın gölgesinin onların ve tüm bir toplumun üzerine hâlâ vurduğunu söylüyor ve katil olamayıp kurban olan bir adamın trajedisi ile sonlanırken, öykülerdeki ortak bir temanın (pasif kalmanın, bir pozisyon al(a)(ma)manın sonuçları) izlerini de taşıyor okuyucuya. “Gomorrha’ya Bir Adım” evli bir kadının bir kadınla olan ilişkisi üzerinden erkek ve kadın dillerini, alıştığı dili bırakmak korkusunu ve kadının kocası ile olan ilişkisindeki rollerini (üstlendiği/üstlenmek zorunda kaldığı) yeni ilişkisinde terse çevirme eğilimini anlatıyor. “Bir Wildermuth” adlı öykü ise hep “doğru”yu arayan, onun üzerine düşünen ve onu tanımlamaya çalışan bir yargıcın hissettiği ve toplumun beklentilerinin yarattığı kısıtlamalar ile şekillenen hayatının neden olduğu baskıyı dile getiriyor. Son öykü olan “Udine Gidiyor” Batı kültüründeki masalsı bir öğe olan su perisinin adını taşıyan kahramanının monologu bir bakıma ve bu monolog bir kadının ağzından ve yarı-lirik bir dil ile erkeklere olan sitem, öfke ve tespitlerini aktarıyor perinin. Efsaneye göre bu perinin suyun dışında yaşayabilmesinin ancak bir insanın (kocası da olacak bir insanın) kendisine sadık kalması durumunda mümkün olduğunu düşününce, onun “Hans” adını verdiği ve tüm erkeklerin sembolü olan bireye söyledikleri çok daha anlaşılır oluyor, içerdiği sembolizm ile birlikte.

(“Das Dreißigste Jahr”)