Love Is Strange – Ira Sachs (2014)

Love is strange“Bazen başkaları ile yaşamaya başladığında, onları hayal ettiğinden daha iyi tanırsın ve…”

Eşcinsel evlilikleri sonucu taraflardan biri işini kaybedince maddi problem yaşayan ve evlerinden çıkmak zorunda kalan bir çiftin hikâyesi.

ABD’li sinemacı Ira Sachs’in yönettiği ve senaryosunu Mauricio Zacharias ile birlikte yazdığı film ABD – Fransa – Brezilya – Yunanistan ortak yapımı olarak çekilmiş ve eşcinsel aşkları anlatan yapımların çoğunun aksine bu aşkı kabul edilmesi gereken değil zaten kabul edilmiş olarak gösteren hikâyesi ile farklı bir içeriğe sahip olması ile dikkat çekmişti öncelikle. İki yaşlı aşığı oynayan Alfred Molina ve özellikle de John Lithgow’un olgun ve sade oyunlarının keyif kattığı film zarif sinema dili ve berrak görüntüleri ile de başarılı oluyor. Klişe özgürlük mesajlarının peşine düşmeden derdini bazı etkileyici sahnelerle anlatmayı başaran filmin sadeliği içinde ulaştığı nokta belki de başarısının en açık göstergesi. Buna karşılık filmin kalıcı ve sağlam bir güce ulaşamadığını ve basitlik ve zarafetin yanına ihtiyaç duyduğu derinliği yeterince ekleyemediğini de söylemek gerekiyor.

Kırk yıllık bir aşkın ve beraberliğin ardından evlenen çifti göstererek başlıyor film ve eşcinselliğin kabul edildiği, “normal” olana dahil edildiği bir çevrede geçiyor. Sadece çiftin akrabaları veya arkadaşları değil burada “çevre” ile ifade edilen. Aşıklardan biri bir Katolik okulunda müzik öğretmenliği yapıyor örneğin ve etraflarında eşcinselliklerini açık bir şekilde ifade eden ve birlikte yaşayan iki polis de var bu çevrenin içinde. Çiftimize sorun yaratan evlenmeleri ve bunu duyurmaları oluyor ve daha önce hiçbir olumsuz tepki göstermedikleri anlaşılan öğrenci velilerinin şikayeti üzerine işinden oluyor çiftten müzik öğretmeni olanı. Eşcinsel olmanın zorluğu üzerine ve hikâyeyi başlatması ile önemli olan bu unsur dışında, hikâyenin eşcinsellikle pek ilgisi kalmıyor daha sonra. Bunun yerine, seyrettiğimiz daha çok yaşlı bir çift olmak üzerine ilerleyen ve birbirine çok bağlı iki insanın geçici olarak ve belirsiz bir süre için ayrı yaşamak zorunda kalmaları üzerine yaşadıklarını anlatan bir hikâye oluyor. Filmin yaratıcılarının bu tercihi kendi başına bir olumsuzluk değil elbette ve heteroseksüel aşklar gibi homoseksüel aşkların da ille de bir trajedi ile sonlanması veya olağanüstü zorluklarla boğuşması gerekmiyor. Ne var ki bu hali ile film bir parça fazla yumuşak bir resim çiziyor ve ev bulma konusundaki “mucize” de düşünülürse nerede ise bir peri masalı anlatıyor.

Çoğunlukla piyano eserlerinin (İdil Biret’in seslendirdiği Chopin eserleri bunlar) eşlik ettiği hikâye eşcinsel aşkları anlatan filmlerin bir başka ortak öğesine sahip ve entelektüeller arasında geçiyor çoğunlukla. Bir romancı, bir müzik öğretmeni ve bir romancı var hikâyede ve bu entelektüel çevre hikâyedeki sanatla ilgili kimi göndermelerin de aracı oluyor. Kahramanları eşcinsel olmasaydı ve örneğin öğretmen evliliği nedeni ile değil, “kriz” nedeni ile işsiz kalmış olsaydı bir şeyin değişmeyeceği hikâye, seyircileri ödüllendiren bazı sahnelerin varlığı ile ilgi toplayabilir. Örneğin öğretmenin küçük bir kıza ders verdiği ve ona “kendi sesi”ni bulmasını öğütlediği sahne dozunda duygusallığı ve adamın kendisini işten çıkaran okula yazdığı mektubu okuması ile paralel anlatılması ile oldukça etkileyici. Bir başkasının evinde yaşamak zorunda kalmak üzerine de dokunaklı anlara sahip film ama kaçırdığı fırsatlar da var bu konuda, gereğinden fazla yumuşak bir atmosferi tercih etmesi nedeni ile. Filmin derinleşemediği ve ikna edici olamadığı anları da var ve tüm bunlar zaman zaman hikâyeyi zayıflatıyor açıkçası. Buna karşılık, “doğal yolla” biten bir aşkın bir diğerine el verdiği ve umut dolu finali, iki aşığı son kez birlikte gördüğümüz sahnede zarif ışıklarla ve aşkın sıcaklığı ile elde edilen başarısı ve yitirilen bir şeylerin hüznünü hissettirebilmesi ile bu kusurlarını örtebiliyor çoğunlukla. Evet, yitirilen bir şeylere adanan sıcak bir özlem var hikâyede: Gençliğin, kimi yaşam şekillerinin ve sanatın hayatlarımızdaki yerinin yitirilmesi üzerine düşündürüyor seyircisini ve belki yumuşak bir biçimde de olsa bir özlemin acısını hissettiriyor.

John Lithgow’un performansı ile tecrübenin ekonomik bir oyunu nasıl çarpıcı kılabildiğini gösterdiği film adının aksine aşkın -hiçbir türü ile- garip olmadığını, normal olduğunu ve bu duygunun iki tarafını nasıl zenginleştirdiğini gösteren, iki oyuncusu arasındaki uyumu bize bire bir yansıtan ve aşka adanmış bir yapım olarak görülmeyi hak ediyor.

(“Aşk Başkadır”)