ABD’li yazar Jack London’ın 1907 tarihli otobiyografik anı kitabı. Yazarın 1893 – 1894 yıllarında bir “hobo” olarak yaşadığı günleri anlatan eser aslında hobolar için yazılmış bir el kitabı havasında. Özellikle trenlere kaçak olarak binmenin ve seyahat etmenin yollarını anlatan ve bir dilenci olarak “kurban”ını avlayacak hikâyeler anlatma konusundaki öğütleri içeren yapısı ile el kitabı tanımlamasını hak eden bu yapıt 1890’ların büyük ekonomik bunalımı sırasında Amerikan toplumuna da bir bakış atarken, ülkenin ekonomik ve toplumsal düzenine de bir eleştiri getiriyor.
Tam bir Türkçe tercümesi olmayan hobo kelimesi için sık sık serseri (“tramp”) karşılığı kullanılsa da aralarında bir fark var: “Hobo” gezgin işçiler veya iş bulduğunda çalışan kişiler için kullanılıyor, “tramp” ise sadece mecbur bırakıldığında çalışanlar için kullanılan bir terim. Jack London henüz on dört yaşındayken içinde bulunduğu yoksulluktan kurtulmak için okulu bırakıp yeni maceralara atılmış ve Japonya’ya kadar uzanmıştı. Orijinal adı “The Road” olan bu anı kitabında London, maceralı hayatının bir hobo olarak geçen günlerini anlatıyor. Anekdotlar, küçük hikâyeler ve maceralarla dolu olan eserde bir kronolojik sıralama olmadan ve farklı bölümlerde bir hobo hayatının ne olduğu konusunda çok iyi bilgi veriyor bize ve London içeriği gereği aslında oldukça karanlık olan bir eseri mizah duygusunu da ekleyerek yaratıyor ve okuyucuyu düşündürttüğü kadar heyecanlandırıyor ve eğlendiriyor da.
London hobo olarak yaşadığı günlerde bir süre “Kelley’s Army” (Kelley’in Ordusu) adını taşıyan bir gruba da katılmış ve kitapta da yer vermiş onlarla birlikte yaşadığı maceralara. Bu grubun bir parçası olduğu daha büyük bir “ordu”yu oluşturan işsizlerin federal hükümetin ekonomik bunalımı çözmesi için Washington’a yaptığı ve hayli kalabalık sayıda hobonun katıldığı yürüyüş kamuoyu desteğine rağmen hükümet üzerinde etkili olamamış ve liderlerinin tutuklanması ile sona ermişti. İşte bu oldukça karanlık günlerde bir hobo olarak yaşadıklarını detaylı bir içerikle anlatıyor London ve başta “Trene Asılmak” bölümü (sayfalarca süren bu bölümde London, kontrol memurlarına yakalanmadan kaçak tren yolculuklarını yapmanın tüm detaylarını veriyor bize) olmak üzere bir hobonun hayatta kalabilmesi için dikkat etmesi gerekenleri paylaşıyor okuyucu ile. 1907’de ilk kez yayımlanan kitap o tarihte henüz güncelliğini koruyan bir dünyayı anlattığı için bu detaylar bugün bir parça eskimiş görünebilir belki ama o dünyanın içinde olan bir insanın katlanmak zorunda kaldıklarını ve sahip olması gereken becerileri aktarması ile dönemi ve eserin kahramanını anlamak için önem taşıyor yine de.
London eğlenceli dili ile zaman zaman aralara ülkesine yönelik eleştirilerini de yerleştirmiş. Örneğin yiyecek bulmanın en iyi yolunun çok yoksulların yanına gitmek olduğunu açıkladığı bölümde şöyle yazıyor: “Ey, siz hayırseverlik tüccarları! Yoksullara gidin ve öğrenin, çünkü sadece yoksullar hayırseverdir. Onlar kendilerinin ihtiyaç duymadıklarını vermezler, çünkü fazlası ellerinde yoktur… Kendilerinde fazla olan şeyleri verirler ve asla saklamazlar, hatta çoğunlukla kendilerine bile gerekli olan şeyleri insafsızca veririler. Köpeğe atılan bir kemik hayırseverlik değildir. Hayırseverlik, siz de en az köpek kadar açken onunla paylaştığınız kemiktir”. Bir adamın bir çocuğu kırbaçlamasına tanık olduğu sahneyi anlattıktan hemn sonra da şöyle yazıyor örneğin: “Benim anlattıklarımdan daha kötü hayat sayfaları mı? Birleşik Devletler’deki çocuk işçiler hakkındaki raporları okuyun… ve bilin ki hepimiz kâr tüccarlarıyız”. Bir ara düştüğü hapishanedeki dünyayı da -sömürü, haraç, hırsızlık vs. içermesi üzerinden- toplumsal düzenle ve Wall Street dünyası ile karşılaştırıyor ve benzer buluyor.
“… bir an sonra ne olacağını asla bilmez, bu yüzden sadece şimdiki zamanda yaşar. O bir amaca ulaşmak için çabalamanın yararsızlığını öğrenmiştir ve talihin rüzgârına kapılıp sürüklenmenin zevkini bilir” ifadeleri ile tanımlıyor hoboları London ve gerçekten de kendisinin de onlardan biri olarak yaşadığı günleri nasıl zevkli kıldığını anlatıyor aslında hayli sert satırlar içeren kitabında. Umudunu da hep koruyor (“Gün bitmişti, ömrümün bir günü daha. Yarın yeni bir gün olacaktı ve ben gençtim”) London ve kitabın içeriği ile hoş bir tezat yaratan bir sonuç çıkarıyor ortaya.
Robert Aldrich’in 1973 tarihli “Emperor of the North Pole – Ölüm Treni” adlı filminin de esin kaynağı olan kitabın Türkçede “Demiryolu Serserileri” adı ile yayımlanması eserin ruhuna haksızlık olmuş gibi: “The Road” adının da belirttiği gibi bir yolculuğu, bir koca ülkeyi neredeyse bir baştan bir başa kateden bir yolculuğu anlatıyor London ve özel bir hedefi olmayan ve belki tam da bu nedenle ilginç bir yolculuk bu. Para ihtiyacı nedeni ile Cosmopolitan dergisine yazdığı maceralarının bir araya getirilmesi ile oluşan kitapta bölümlerin bağımsız bir havada olması ve bu nedenle de bir bütünlük eksikliği hissettirmesi gibi bir durum da var açıkçası ve London’ın yazarlık yeteneği düşünüldüğünde belki bir yolculuk başyapıtı yaratma fırsatını kaçırdığı da söylenebilir ama yazarın zengin dilinin de dikkat çektiği bu eser okunmayı hak eden önemli ve ilginç bir edebiyat yapıtı yine de.
(“The Road”)