“Ne yapıyorsun burada? Uyumuşsun! Uyumak için neden buraya geliyorsun? Cevap ver bana! Demek sen de! Sana o kadar umut bağlamıştım. Sen bana ihanet ettin. Beni terk ettin. Annen seni bu halde görse ne derdi! Dağınık saçlar, buruşuk bir elbise ve hararetle bakan gözler. İşte hepinizi buna çeviriyor: ahlaksız kızlara. Hiç mi utanman yok, Olivia? Hiç mi utanman yok! Hiç mi?”
On dokuzuncu yüzyılın sonlarına doğru Fransa’daki bir yatılı okula gönderilen bir İngiliz genç kızın okulun başöğretmeni olan kadına âşık olmasının ve bu kadınla okulun diğer bir kadın başöğretmeni arasındaki ilişkinin hikâyesi.
İngiliz yazar Dorothy Bussy’nin kendi yaşamından esinlenerek yazdığı ve tek romanı olan, 1949 tarihli aynı adlı kitaptan uyarlanan bir Fransız filmi. Senaryosunu eşi Pierre Laroche ve kız kardeşi Colette Audry’nin yazdığı filmin yönetmenliğini Jacqueline Audry yapmış. Kariyeri boyunca on altı uzun metrajlı film çeken ve İkinci Dünya Savaşı sonrası dönemde yapıtları ile belli bir ticarî başarıya ulaşan ilk kadın yönetmenlerden olan Audry dönemi için cüretkâr sayılacak bir öykü anlatıyor burada ve bunu klasik sinema dilini ustaca kullanarak yapıyor. Aşk üçgenleri (hatta dörtgenleri ve daha da fazlası), ilk aşk acısı, karşılığı veril(e)meyen aşklar ve büyüme gibi temaları özenle ve sadelikle anlatan, sinemada lezbiyen tutkuların ilk önemli temsillerinden biri olan ve feminist bakışı ile dikkat çeken bu film, değeri ve önemi yeterince takdir edilmeyen Jacqueline Audry’in sinemasının en başarılı örneği olarak kabul ediliyor bugün.
Biseksüel olan Dorothy Bussy tıpkı romanına ve onun kaynak olduğu filme adını veren kahramanı Olivia gibi Fransa’daki bir yatılı kız okulunda eğitim görmüş ve oradaki günlerinden yola çıkarak, Fransızca yazmış “Olivia” adlı kitabını. Bu okulun kurucusu ve başöğretmeni olan Marie Souvestre’in lezbiyen olduğunu yazan biyografiler bulunuyor ve bu olgu da Bussy’nin romanın (ve filmin) otobiyografik özelliklerini doğruluyor. Bussy romanını -bebek yaşta ölen kız kardeşinin adını kullanarak- Olivia takma adı ile yayımlamayı tercih etmiş tahmin edilebilir nedenlerle ve kendi yaşamının yanında, iki farklı kaynaktan daha esinlendiği düşünülüyor: Fransız yazar Colette’in ilk romanı olan ve 1900’de yayımlanan “Claudine à l’école” ve Alman-Macar yazar Christa Winsloe’nun “Gestern und Heute” adlı tiyatro oyunundan uyarlanan ve yönetmenliğini Leontine Sagan’ın yaptığı Alman filmi “Mädchen in Uniform“ (1931). Kitabını aslında 1934’te tamamlamış Bussy ama görüşünü almak için ilettiği yakın dostu Fransız yazar André Gide “pek çekici değil” yorumunu yapınca, on beş yıl boyunca rafa kaldırmış eserini. Romanın basıldıktan sonra yakaladığı başarı üzerine Gide’den bir özür mesajı gelmiş yazara.
Pierre Sancan’ın zaman zaman daha da güçlenen dramatik müziğinin eşlik ettiği öykü benzer iki sahne ile açılıyor ve kapanıyor: açılışta yaşlıca bir kadının (Yvonne de Bray) kullandığı çok küçük bir atlı arabada bir de genç bir kız oturmaktadır. Olivia (Marie-Claire Olivia) adındaki genç kız İngiltere’den Fransa’ya gelmiştir ve annesinin yakın bir arkadaşı olan Matmazel Julie’nin (Edwige Feuillère) sahibi ve başöğretmeni olduğu bir yatılı kız okulunda eğitim görecektir. İngiliz kökenli “finishing school”lardan biridir Olivia’nın geldiği ve bu okullarda genç kızlara temel eğitimler verilirken, bir yandan da hayata hazırlanmaktadırlar. Şarkısız bir müzikalin havasını taşıyan sıcak ve hoş sahnelerle karşılanır Olivia burada ama kısa süre içinde okuldaki gerilimi keşfedecek ve kendisi de ilk aşkını yaşarken, bu gerilimin kurbanlarından ve yaratıcılarından birine dönüşecektir. Okulun diğer sahibi olan Matmazel Cara (Simone Simon) ve Julie arasında gerilimli ama başka bir boyutu olduğu da anlaşılan bir ilişki bulunmaktadır ve okulun diğer öğrencileri de bu iki kadın arasında bölünmüştür sanki hayranlık açısından. Örneğin okulun eski öğrencilerinden biri Julie’nin favori öğrencisiyken, Cara hiç hoşlanmamaktadır ondan. Okuldaki öğretmenler ve diğer çalışanlar arasında da bu ayrım oluşmuştur. Jacqueline Audry’nin filmi dile getirilen ya da getirilemeyen aşklar, tutkular ve cinsel uyanışlar arasında bir büyüme hikâyesi de anlatıyor ve sinemanın lezbiyen aşklar ve arzular bakımından ilk önemli örneklerinden birini çıkarıyor karşımıza.
Bir alıntı ile açılıyor hikâye: “Aşk daima hayatımın en önemli meselesi olmuştur. Tanrılar bana böyle saf ve yüce bir anıyı kirletmemeyi nasip etsin”. Belirtilmese de, herhalde Olivia’nın günlüğünden (ya da anılarından) bir ifadedir bu ve film işte bu “saf ve yüce anı”nın öyküsünü anlatacaktır bize. Bunu yaparken de Audry, ilk sahnelerden başlayarak karakterleri ve aralarındaki çatışmalı, gerilimli ve tutkulu ilişkilerin ipuçlarını sunuyor bize. Örneğin Julie’nin ilk kez seyircinin karşısına çıktığı kare onun, etrafında hayranları ile adeta bir diva olduğunu anlamamızı sağlıyor. Almanca öğretmeni Riesener (Lesly Meynard) dışında tüm hemen tüm öğretmen ve öğrencilerin ilk sahnelerde birer müzikal karakteri havasında görüntüye geldiği filmin bu hafif havası ile ilk çatışan ise Madame Cara oluyor ve sürekli tutan migreni ve geçen yıldan bir öğrencinin adı geçtiğinde verdiği sert tepki bu hafifliğin arkasındaki gerçeklerle ilgili ilk göstergelerden oluyor.
Verdiği dersin önemine hiç inanmayan ve sürekli acıkan matematik öğretmeni Matmazel Dubuois (Suzanne Dehelly) karakteri üzerinden öykünün genel havası ile ters düşmeyen küçük mizah anları yaratan film Rusya’dan gelen ve ailesi nihilist olan genç kız gibi karakterleri ise öykü ile yeterince ilişkilendirememiş ve anlaşılan onu sadece okulun “enternasyonal” havasını anlatmak için kullanmak istemiş. Jacqueline Audry’nin klasik sinemanın tarzından hiç uzaklaşmayan yönetmenlik çalışması bir parça eskimiş görünebilir ama 1950’lerin sineması gözetilerek değerlendiriilmesi gereken bir durum bu ve sinema dilinin öyküye doğru bir şekilde hizmet ettiği açık. Burada Aubry’nin filmindeki ilginç bir tercihe dikkat çekmekte yarar var: tek bir sahne dışında erkek karakterler hiç konuşmuyorlar, öyküde hiçbir önemleri yok, genellikle uzaktan görüntüleniyorlar ve görüntüdeki bir objeden ileri gitmiyorlar; seslerini ilk kez duyduğumuzda ise, çoğunlukla arkadan görüntüleniyorlar yüzlerini çok az gösterecek şekilde ve o tek sahnede de otoritenin soğuk ve sert yüzünün temsilcileri olarak çıkıyorlar karşımıza. Bu tercih yapıtın bir “kadın filmi” olduğu gerçeğini daha da belirgin kılıyor.
El tutmalar, kısa sarılmalar ve bir sahnede de -engellenemeyen- bir boyundan öpme dışında ileri gitmiyor karakterler dönemin sinema anlayışına uygun olarak ama yine de film sadece konusunun kendisi ile değil, bu konuyu ele alış şekli ile de radikal denebilecek bir tutum takınıyor. Öyküdeki aşklar ve arzuların neden olduğu dramlar ve trajediler, bu duyguların eşcinsel niteliği ile ilgili kuşkusuz asıl olarak ama senaryodaki karakterlerin yaşananlara yaklaşımını, işin bu boyutunu -neredeyse- önemsemediklerini düşündüretecek şekilde sergiliyor film. Bu “aşk ve tutku oyunları” öyküsü sanki, o okulun sınırları içinde en azından, “normalleşiyor” ve öne çıkan rekabet, yaş farkı, kıskançlık ve karşılık bulamama/verememe gibi kavramlar oluyor asıl olarak. Örneğin Olivia’nın duyguları “anlayışla” karşılanıyor diğer öğrenciler tarafından ve hiçbir şekilde onun dışlanması sonucunu doğurmuyor bekleneceğinin aksine. “Doğru olanı yapmak için elimden gelen çabayı gösteriyorum; senin için ve benim için doğru olanı” cümlesini farklı bağlamlarda değerlendirmek ve “Aşk anlatmak için fazla berbat, pişman olmak içinse fazla hoş bir duygu” gibi sözleri de aşkın ikili doğası üzerine bir söylem olarak değerlendirmek mümkün bu nedenle.
Matmazel Julie’nin edebiyat öğretmeni olması ve çeşitli klasik romantik metinleri öğrencilere etkileyici bir sesle okuması öyküye, geçtiği dönemin ruhuna uygun bir edebî hava katılmasını sağlamış. Fransız oyun yazarı Jean Racine’in 1667 tarihli “Andromaque” adlı oyunu (bizde “Andromak” adı ile basılmış) ve Fransız şair Alphonse de Lamartine’in 1820 tarihli “Le Lac” (Göl) adlı şiiri çeşitli bölümleri veya adları anılarak öykünün parçası olurken, karakterlerin ifade edemedikleri duygularının aracı veya kışkırtıcısı işlevi de görüyorlar. Edebiyattan söz etmişken, öykünün başlarında adı geçen bir çocuk kitabını da anmak ilginç olabilir: Matmazel Julie İngiltere’ye ziyarete geldiğinde o tarihte çocuk olan Olivia’ya Rus asıllı Fransız yazar Sophie Rostopchine’in 1858’de yayımlanan “Les Malheurs de Sophie” (Sophie’nin Talihsizlikleri) adlı kitabını hediye etmiştir. Sinemaya bugüne kadar üç kez uyarlanan bu romanı beyazperdeye ilk taşıyan ise Jacqueline Audry’nin kendisi olmuş 1946’da ve ilk uzun metrajlı filmi olan ve romanla aynı adı taşıyan filmini bu kitaptan uyarlanan senaryo ile çekmiş.
ABD’de gösterime -muhtemelen İngiliz yazar Raddclyffe Hall’un 1928 tarihli ve lezbiyen bir başkarakteri olan “The Well of Loneliness” (Yalnızlık Kuyusu) adlı kitabından esinlenerek- “The Pit of Loneliness” adı ile çıkarılan filmde kaynak romanın cinsellikle ilgili bölümleri (imaları daha doğrusu) törpülenmiş elbette. Olivia’nın İngiltere’deki eski okulundaki katı disiplinin tersine, Fransa’daki özgür havayı kameranın özellikle okul binası içindeki serbest hareketleri ile vurgulayan film için şu homofobik yorumu yapan bir eleştirmen olmuş gösterime girdiğinde: “İnsan yakışıklı bir adamın okula girip bu hanımlara birkaç tokat atmasını ve kalplerini doğanın onlara gösterdiği yere geri koymasını istiyor”. Dünya ve değerler değişiyor neyse ki (ya da son yıllarda ve ülkemizdeki dönüşümleri düşündüğümüzde, bu değişim aydınlıkçı değerlerin tersi yönünde oluyor maalesef) ve Audry’nin hem kendisi hem filmi hatırlanmayı ve önemlerinin takdir edilmesini hak ediyorlar.
(“The Pit of Loneliness”)