Homesick – Jakob M. Erwa (2015)

“Ya elimden gelen buysa? Ya daha iyisini yapamıyorsam?”

Uluslararası bir yarışmada ülkesini temsil edecek müzisyen bir kadının, erkek arkadaşı ile taşındığı yeni evlerinde yaşadığı tuhaf olayların hikâyesi.

Avusturyalı sinemacı Jakob M. Erwa’nın yazıp yönettiği, Avusturya ve Almanya ortak yapımı bir film. Hırslı bir müzisyenin yaşadığı (ya da yaşadığını düşündüğü) tuhaf olaylar sonucu yavaş yavaş aklını yitirme noktasına doğru ilerlemesini anlatan film, düşük bütçeli ve kısıtlı mekanlarda (hemen tamamı bir apartmanın içinde ve kadının yaşadığı dairede geçiyor hikâyenin) çekilmiş bir yapım ve alçak gönüllü bir gerilim olarak dikkati çekmeyi başarıyor. Finalinde açılış sahnesine geri dönen film, hikâyesi ve atmosferi ile Polanski’nin ünlü üçlemesini (“Repulsion”, “Rosemary’s Baby” ve “The Tenant”) hatırlatıyor bize ama daha gösterişsiz bir şekilde anlatıyor derdini. Bir mülk üzerinde iktidar kavgası, gözetlenmek ve paranoya gibi temalara sade bir şekilde eğilen film, sıkı bir gerilim anlatmaktan çok, yalın (ve hatta zaman zaman soğuk) bir atmosfer inşa etmek ve kahramanının yoldan çıkışını anlatmak derdinde ve bunu da ilgiyi hak eden bir şekilde yapıyor açıkçası.

Üst katlarında oturan ve apartmanın “gönüllü” yöneticiliğini yaptığını söyleyen yaşlı kadının ilk tanıştıklarında söylediği “burada eskiden hep bizim gibi yaşlılar yaşardı” sözü aracılığı ile büyük kentlerdeki “kaçınılmaz” değişimi hatırlatarak başlıyor film. Genç çift (kadın ülkesini Rusya’da temsil edeceği bir yarışmaya seçilecek kadar yetenekli bir çellocu, erkek ise bir fizyoterapist) yeni taşındıkları evde daha ilk günden itibaren kadının tanık olduğu (veya başına gelen) tuhaf olaylarla karşı karşıya kalıyorlar ve kadının yaşlı komşusuna “bu evi sana bırakmayacağım sözlerini” sarfetmesine neden olacak kadar ileri giden bir huzursuzluğun içinde buluyorlar kendilerini. Yaşananların gerçekliği konusunda zaman zaman seyirci ile oynuyor hikâye (gerçek, rüya ve paranoya birbirine karışıyor) ama bunu özel kamera oyunlarına başvurarak yapmıyor yönetmen Erwa. Bunun yerine, sade ve bir parça soğuk bir atmosfer kurmayı tercih ediyor ve gerilimini de hiçbir zorlama duygusu yaratmadan doğal bir şekilde oluşturuyor. Bunu yaparken de iki önemli destek alıyor: Christian Trieloff’un görüntü çalışması ve Bach’ın 5 Numaralı Çello Süiti. Trieloff’un kamerası genç çiftin dairesinin çıplaklığından ve açık renkli duvarlarından ürettiği soğuk bakışı daire içinde geçen tüm sahnelerde akıllıca kullanıyor ve gerilimin aksiyon, görüntü/ses efektleri gibi doğrudan (bir başka ifade ile söylersek, sıcak) yollarla değil, ima eden bir soğuk tavırla kurulmasını sağlıyor. Stefan Wedam’ın çaldığı Bach süiti ise sık sık kulağımıza çalınırken, filmin tekrarlanan motiflerinden biri olarak hikâyenin bir parçası ve melodisi ile de filmin gizeminin parçası oluyor.

Yönetmen Erwa, Bach’ın eserinin yanısıra bir başka motifi daha sıklıkla kullanıyor. Çiftin dairesinde gezinen kamera sık sık karşımıza bir çaydanlıkta kaynayan sudan veya bir hava nemlendiriciden çıkan buharı gösteriyor bize ve bir bakıma baş karakterinin içinde biriken basıncı anlatıyor sanki. Kadının karşı karşıya kaldığını düşündüğü tehditler karşısındaki tepkileri veya sevildiğini sorgulamaya başlaması ile kendisini gösteren yoldan çıkışının kaynağı konusunda ise bir parça sorunlu bu film. Bu duruma yarışmanın ve kendini kanıtlamanın (en çok da kendisini pek desteklemiş gibi görünmeyen babasına karşı) neden olduğu aşırı stres ve paniğin mi yol açtığını anlamak bir parça gereğinden fazla seyirciye düşüyor sanki. Kadının yaşadığı (ya da yaşadığını hayal ettiği) kötü olaylar boyunca babası ile değil ama annesi ile bir kez bile konuşmuyor olması da bir parça izaha muhtaç. Ayrıca dairenin kapısının dışındaki paspas üzerindeki hayvan dışkısı da seyirciyi ikilemde bırakmak (ama olumsuz anlamda) dışında bir işleve sahip olamıyor gibi görünüyor ve hatta yanıltıcı da olabiliyor.

Hikâyenin mekanın başkaları ile paylaşılması üzerine de düşündürdükleri var. Kadının sorun yaşadığı yaşlı komşusu ile altlı üstlü oturması ve onları yüksek tavanın ve eski usül geniş merdivenlerin ayırması; çiftin dairesinin perdesiz olması; gürültüden rahatsız olan komşunun uyarısı; kadının yarışma öncesi çalışmak için ihtiyaç duyduğu yalıtılmış ortamı ilgisini dağıtan çeşitli dış uyarılar nedeni ile bir türlü bulamaması yaşadığımız mekanların ortak kullanımının zorluğu üzerine hatırlatmalarda bulunuyor bize. Genç müzisyeni canlandıran Esther Maria Pietsch’in karakterinin yavaş yavaş değişimini inandırıcı kılan, korkuyu ve paniği gözlerinde üstelik oldukça ekonomik bir oyunculukla yansıttığı performansını ve yaşlı kadın rolündeki Tatja Seibt’in etkileyici oyunculuğunu da artıları arasına eklememiz gereken film, Polanski’nin yukarıda adı geçen başyapıtları kadar güçlü değil kuşkusuz ve hikâyesi de onlarınki kadar orijinal değil elbettte ama yine de Jakob M. Erwa’nın bu çalışması ilgiyi hak eden bir Avrupa sineması örneği olmayı başarıyor.

(“Evham”)