The King – James Marsh (2005)

“Keşke bir odada duran bir sandalye olsaydım”

Hiç tanımadığı babasını görmek için Texas’a gelen bir gencin babasının yeni ailesinin parçası olmaya çalışmasının sonuçlarının hikâyesi.

Ret edilmenin yaratabileceği korkunç trajedileri anlatmaya soyunan bir film bu. Filmin anlattıklarına seyircisini hazırlamayan ve bu nedenle onu hazırlıksız yakalayarak hem şok etkisi yaratan hem de anlamsızlığa savurma riski taşıyan bir anlatımı ve hangi ruh hali ve hangi beklentiler ile seyrettiğinize bağlı olarak gidebileceğiniz bu iki nokta arasında da çok ince bir çizgi var.

Filme lakabını armağan eden Elvis’i Gael García Bernal abartıya müsait bir rolde ama ustalıkla abartıdan kaçınarak ve aksine alçak tonda bir tarz ile canlandırıyor. Bu seçimi ile de filme hem sevimliliğini hem de filmin üzerine dayandığı “şeytanın cazibesini” armağan ediyor. Onun film boyunca tüm yaptıklarının nedenlerini filmin afişindeki gibi şeytana bağlamak veya ret edilen bir insanın intikamı olarak yaklaşmak mümkün ama sanırım senaryo dini motiflerle örülü bir ailenin reisinin geçmişindeki günahlarından “Hristiyanlığa dönerek” sıyrıldığına inanma kolaycılığına filmin sonundaki “Tanrı’nın affına sığınan günahkâr genç” ironisi ile karşılık veriyor. Bu af isteği bir başka açıdan, babasına yaklaşmak isteyen gencin ona en sevdiği rolü, Tanrı’nın affına aracılık rolünü, üstlenme imkânı vermesi olarak da görülebilir.

Amerika’da yaygın olan vaizlerden biri olarak kendi kilisesini kuran baba üzerinden film dinsel kavramlara eleştirel yaklaşıyor ama bu eleştiriler doğrudan bir biçimde değil daha çok olayların akışı üzerinden getiriliyor; yaratılış teorileri tartışması, tutuculuk, günah işleme-af dileme gibi konular hikâyenin bir parçası olarak yer alıyor filmde sadece. Etrafı sonradan şiddet ile sarmalanacak olan babanın da içinde bulunduğu av sahnesi ve hemen sonrası belki doğrudan eleştiri olarak görülebilecek tek bölüm. “Şeytanın” bu dışarıdan dört dörtlük görünen aile üzerindeki yıkıcı etkisi de bu nedenle daha da çarpıcı bir hal alıyor.

Hem gösterdiği hem göstermediği şiddet sahneleri ile hem de özellikle su kenarındaki ilk flört sahnesi gibi bölümleri ile zaman zaman hayli üst noktalara çıkan filmin sonuç olarak hem en güçlü hem de tek zayıf yanı “şaşırtması” seyredeni. Elvis’in gerçeği bildiği halde kızla ilişkiye girme çabasındaki şeytanlığı bu gerçeği dengeleyecek şekilde yumuşak ve çekici bir atmosfer içinde anlatması nerede ise seyirciyi de ters köşeye yatıran bir yaklaşım. Film elini en net ve hatta ilk cinayet sahnesinden de daha fazla bir şekilde sonlardaki pencereden bakan görüntüsü ile Elvis’i nerede ise şeytan gibi resimleyerek belli ediyor. Sonuç olarak bu soğukkanlı katil hikâyesi kimi eksik yanları olsa da soğukkanlı ama başarılı bir anlatımı olan, altını çizmeden gösterdikleri ile etkilemeyi başaran ve şaşırtıcı bir şekilde katil ve kurbanlara aynı mesafede durmanıza neden olabilecek bir film. Aileye sızma hikâyesi ile “Ripley” karakterini de hatırlatan bu genç adam için de üzüleceksiniz.

(“Kral”)