Three – James Salter (1969)

“Düşünüyorum da, sadece eğlence için yani, üçümüz birlikte olsak”

Avrupa’ya yaz tatiline gelen iki yakın arkadaşın karşılaştıkları bir kızla olan ilişkilerinin ve yaptıkları yolculuğun hikâyesi.

ABD’li yazar Irvin Shaw’ın “And Then There Were Three” adlı çok beğenilen kısa hikâyesinden bir başka ABD’li yazar James Salter’ın uyarladığı bir film. Salter’ın ilk ve son yönetmenlik denemesi olan çalışmanın senaryosu da Salter’a ait olsa da, jenerikte bunun belirtilmeyip, sadece Shaw’un hikâyesinden uyarlanıldığının söylenmesini Shaw’a saygı gösterisi olarak algılamak gerekiyor sanırım. Yakın arkadaş iki erkek ve karşılaştıkları bir kadının tatillerini beraber geçirmek ama sorun yaratma ihtimali olan bir duygusal ilişkiden uzak durmak kararı ile gelişen olayları anlatan hikâye, bir Amerikan filminden çok Avrupalı havasını taşıyan, 1960’lı yıllara yakışan serbest ve uçarı bir havası olan ve yaz aylarının o hoş aylaklığını hatırlatan atmosferi ile ilginç bir film. Başrollerindeki o tarihte yirmili yaşlarını sürmekte olan Charlotte Rampling, Sam Waterston ve Robie Porter’ın gençliklerini keyifle sergilemiş göründükleri film, kısa bir hikâyeden uyarlanmaktan kaynaklanan bir sarkma ve üslubunu her zaman aynı tutarlılıkta sürdürememek gibi kusurları olsa da, 1960’ların bugün pek bilinmeyen filmlerinden biri olarak ayrıca eğlenceli bir keşif olabilir sinemaseverler için.

Yönetmen Salter kendisi ile yapılan bir röportajda “yönetmen olarak yetersiz kaldığını” söyleyerek, “aktörlerle daha çok vakit geçirmediğine ve hikâyenin psikolojisi ile daha çok ilgilenmediğine pişman olduğunu” dile getirmiş bu film için. Sonuç yönetmeninin bu pişmanlığına bir parça haklılık veriyor aslında. Salter ağırlıklı olarak İtalya ve Fransa’da geçen ve kısa bir süre İspanya’ya da uğrayan filmi çektiğinde kırk dört yaşındaymış ama 60’ların Avrupa sinemasının, özellikle Fransız ve İngiliz sinemasının, kimi örneklerindeki taze ve uçarı havayı çok sevmiş ve oradaki gençliği kendi filmine taşımaya çalışmış ve bir ölçüye kadar başarmış da görünüyor. Fransız Yeni Dalga akımının kimi örneklerinden (örneğin Truffaut’nun ilk filmlerinden) ve İngiliz sinemasının “The Knack… and How To Get It – Erkekler Arasında” gibi 60’lı yıllardaki “genç” filmlerinden etkilenmiş görünen bir çalışma bu. Baş oyunculardan Rampling’in sinemaya adının jenerikte yazılmadığı küçük bir rol aldığı ve adını andığım bu filmle başlamasını da ilginç bir not olarak belirtelim bu arada. Konuşmasız kimi sahneler, küçük tuhaflıklar, karakterlerin etrafındaki hoş absürtlükler, üç karakterin keyifli bir anında görüntünün peş peşe gösterilen fotoğraf karelerine dönüşmesi gibi “numaralar” vs. bu filmin o öykünmüş göründüğü sinema örneklerinden alıp benimsediği unsurların kimi örnekleri. Filmin bugün bir cazibe sahibi olabilmesinin nedenlerinden biri de bunlar aslında. Diğer cazibe kaynakları olarak gösterilebilecek ”gençlik” ve “aylaklık” ile birleştiğinde bu üslup tercihi filmi bugün için hâlâ ilginç kılabiliyor. Ne var ki filmin tam da burada bir kusuru var. Salter’ın filmi yönetmenin -kendisinin kullandığı yetersizlik kelimesini ağır bulduğum için kullanacağım ifade ile- yeterince olgun görünmeyen anlatımının sıkıntılarını yaşıyor. Film için hayli uygun görünen, uçarı ama alttan alta bir hüznü de işaret eden üslup kısa hikâyenin bir film süresine uzatılmış olmasının neden olduğu bir tekrara düşüyor ve gücünü yitiriyor zaman zaman. Örnek aldığı filmlerdeki kimi benzer sahneleri burada anlamlandırmak da zor oluyor zaman zaman. Örneğin Fransa’da geçen bir sahnedeki şarkı söyleyen kadın ve barda eğlenenler sanki süre doldurmak için eklenmiş gibi görünüyor. Benzer şekilde, Floransa’da geçen kimi sahneler ve şehir görüntüleri de aynı hissi yaratıyor. Oysa tüm bu ve benzeri diğer sahneler, karakterlerimizin ruh hali ve etraflarındaki hayatı algılayışları ile ilişkilendirilse veya hayatın küçük/komik/anları olarak karakterlerimizin gözünden yansıtılmış olsa çok daha doğru olurmuş film için.

Biri daha dışa dönük, diğeri ne hissettiğini söylemeye daha az eğilimli olan iki genç erkeğin hoş ve “özgür ruhlu” bir kadınla birlikte yaptıkları bu yolculuğun hikâyesi yaz aylarına özgü ve özellikle henüz üzerine hayatın yüklerini almamış yaştakilerin keyfini sürebileceği bir aylaklığın havasını getiriyor karşımıza. Sahilde öylesine yatılan, yeni ve belki hemen unutulacak insanlarla tanışılan ve her şeyin buharlaşıp yok olabileceği günler bunlar. Ne var ki filmimiz akıllıca bir şekilde bu aylaklığa özellikle içe dönük karakter üzerinden yarattığı bir hüznü eklemeyi başarıyor. Hem daha önce verilen karara rağmen kadına aşık olmaktan kendisini alamaması hem de yaz sonrasındaki hayatının belirsizliği bu hüznü besliyor ve filmi -aslında çok daha iyi işlenmeyi hak eden- bir hüzün ve melankoli ile süslüyor. Sam Waterston o muzip gülümsemesi ile daha olgun ama daha hüzünlü olan bu karakteri başarı ile canlandırıyor ama sık sık Anthony Perkins’in daha çarpıcı benzer tedirgin performanslarını hatırlatıyor; Rampling kaçınılmaz bir şekilde bir süre sonra iki erkeğin de ilgi nesnesi haline gelen ve serbestliği ve cesareti ile onları etkileyen kadını gençliğinin tüm parlaklığı ile rahat ve serbest bir oyunla getiriyor karşımıza ve etkiliyor seyredeni ama karakteriniin bir parça derinliksiz çizilmesinin de sıkıntısını yaşıyor. Diğer erkeği canlandıran ve aslında bir müzisyen olan Robie Porter ise sinemadaki toplam iki rolünden bu ilkinde aksamadan onlara ayak uydurmuş görünüyor.

Görüntü yönetmeni Étienne Becker’in yazın sıcaklığını hatırlatan renk tonları ve filmin uçarı havasını destekleyen kamera kullanımı ve Laurence Rosenthal’in özellikle açılış jeneriğindeki melodileri ile “evet, bu film 60’lardan olmalı” dedirten özgür havalı müziğinden de katkı alan filmde, yönetmen keşke daha olgun bir sinema dili kullanabilse ve kimi kareleri (örneğin sahilde soyunan erkeğin göbek deliğine odaklanılan an) özendiği filmlerden sadece biçim değil içerik açısından da ilham alarak ve hikâye ile ilişkilendirerek kullanabilseymiş. Ayrıca bu üslubun, içeriğin filmdeki hali ile zayıflığını daha çok öne çıkardığını da söylemek gerek. Yine de bu önemli kusuruna rağmen, “daha duyarlı ve çekingen” olanın daha umursamaz görünen karşısındaki rekabetinin tıpkı gerçek hayatta olduğu gibi sonuçlandığı film, potansiyelini yeterince kullanıp daha parlak bir yol filmi olamasa da , zarif erotizmi ile de ilgiyi hak eden bir çalışma.

(“Üç”)