Remorques – Jean Grémillon (1941)

“Mutsuz insanlar birbirlerini kolayca tanır, öyle olmaması çok üzücü olurdu”

Eşinin, ayrılıklara neden olan işini bırakmasını istediği bir römorkör kaptanının yasak aşkının hikâyesi.

Fransız yazar Roger Vercel’in 1935 tarihli ve aynı adlı romanından uyarlanan bir Fransa yapımı. Filmi yöneten Jean Grémillon senaryo üzerinde önce Charles Spaak ve André Cayatte ile birlikte çalışmış ama sonuçtan memnun kalmayınca Jacques Prévert’den istemiş bu işi ve film diyalogları da yazan Prévert’in çalışması üzerinden çekilmiş. Hemen hiç görmediği söylenen denize ve denizcilere olan tutkusu ile bilinen Vercel’in romanından uyarlanan film bir yandan Prévert’in lirik senaryosundan beslenirken, diğer yandan başrol oyuncusu Jean Gabin ile sert bir atmosfere de sahip olan ilginç bir yapıt. Savaş dönemine denk gelen çekim koşulları nedeni ile zorlanan yönetmen tam olarak istediği filmi yaratamamış olsa da, sonuç kesinlikle başarılı. Zaman zaman iki farklı hikâye izlediğinizi hissettirse de; kırılgan romantizmi, melankolisi ve sertlikle başa baş giden duyarlı anlatımı nedeni ile Fransız sinemasının klasiklerinden biri bu film.

Jacques Prévert Fransız sinemasının farklı klasiklerine senarist olarak da imza atmış olan ve Fransızcanın da en iyi şairlerinden biri olan bir sanatçıydı. Tümünü Marcel Carné’nin yönettiği “Quai des Brumes” (Sisler Rıhtımı – 1938), “Le Jour Se Lève” (Gün Ağarıyor – 1939), “Les Enfants du Paradis” (Cennetin Çocukları – 1945) ve “Les Portes de la Nuit” (Gecenin Kapıları – 1945) gibi başyapıtların başarısında önemli pay sahiplerinden biriydi Prévert. Burada da benzer bir başarısı var sanatçının ve özellikle diyaloglarda kendisini gösteren “doğal lirizm” ile filme büyük bir katkı sağlamış. Evli ve mutlu görünen bir adamın hiç aklında yokken ve öyle bir arzuya da sahip değilken kapıldığı “yasak aşk” basit bir hikâye aslında ve benzerleri sinemada önce de sonra da pek çok kez anlatıldı kuşkusuz; işte burada Prévert ve onun metninin görsel karşılığını güçlü bir biçimde üretebilen Jean Grémillon’un yetenekleri devreye giriyor ve bu öyküyü alıp çok çekici bir noktaya taşıyorlar. “Şairin dediği gibi, her denizcinin iki eşi vardır: Karısı ve deniz” diyor karakterlerden biri hikâyenin başlarında; bu şairin kim olduğunu söylemiyor film ama öykünün, bu şiirselliği dozunda ve güçlü bir içerik ve biçimle yaratabilmesinde bu iki ismin önemli birer payları var. Lirik realizm denebilir hikâyenin tonu için ama sık sık karanlığa meyleden bir ton bu. Öyle ki kapanışta Gabin’in limandaki merdivenlerden inişini gösteren ve René Jacques’ın film setinde çektiği fotoğraf karanlık şiiri ile bugün fotoğraf sanatının da klasiklerinden biri olmuş durumda.

Roland Manuel’in güçlü dramatik öğeleri olan müziklerinin ve Armand Thirard’ın her bir karesi özenle oluşturulmuş görüntüleri ile önemli birer katkı sağladığı filmi çekmeye 1939’da başlamış Grémillon ama başlayan büyük savaş ve başrol oyuncularından ikisinin (Gabin ve Michèle Morgan) Alman işgali nedeni ile Fransa’yı terk edip ABD’ye gitmesi nedeni ile ancak 1941’de bitirebilmiş çalışmalarını. Dolayısı ile çok da ideal koşullara sahip değilmiş yönetmen ama yine de ortaya hayli başarılı bir sonuç çıkmış. Grémillon müzikte kendisini çekenin “duyguların ritmlerle ifade edilebilmesi, kreşendo/dekreşendo kullanımı (çalgıların giderek daha yükselerek/ alçalarak çalınması)” olduğunu ve sinemanın doğasının da buna uygun olduğunu söylermiş. Finalde de bunun bugün bir parça fazla çığırtkan görünecek güçlü bir örneği var. Limandaki gemisine giden ve fırtına altında yürüyen kaptanı gördüğümüz bu sahnede, bir önceki sahnede tanığı olduğumuz ölümün ardından söylenen ve gittikçe daha da bir trans ânını hatırlatan sözlere eşlik eden müziğin sürekli yükselmesi görüntülerin karanlığı ile uyum gösterirken, “şarkı”nın ritmi ile de kurgu birbirine paralellik gösteriyor ve ortaya ayrıksılığı ile kesinlikle dikkat çeken bir sonuç çıkıyor.

Evli, sevilen ve başarılı bir kaptandır André (Gabin) ve kendisine çok bağlı mürettabatı olan bir kurtarma gemisinin başındadır. Temel olarak işi, yardım çağrısı gönderen gemileri kurtararak güvenli sulara çekmektir. Tehlikeli ve evden sık sık uzak kalmasını gerektiren bu iş, 10 yıldır evli olduğu ve kendisini çok seven eşinin de (Madeleine Renaud) mutsuzluk kaynağıdır. “Sen gidince hayatım duruyor benim” der eşi ona ama kaptan başka bir hayat düşün(eme)mektedir bile. Bir kurtarma işi sırasında kibirli ve üçkağıtçı bir kaptanın eşi ile karşılaşır ve sonrası dürüst kahramanımız için hiç hayal etmediği bir şekilde ilerler. Mürettebatından birinin geminin ikinci kaptanının karısı ile aşk yaşamasına sert bir tepkisi oluyor kaptanın ve film başta bu konu üzerinde fazla oyalanıyor gibi görünüyor ama senaryonun bu yan hikâyeyi kaptanın kendisinin başına geleceklerden sonra içine düşeceği ikiyüzlülüğün aracı olarak kullandığını anlıyoruz. Herkesin dalga geçtiği ikinci kaptan gibi aldatılan değil, azarladığı kişi gibi aldatan konumuna düşüyor kaptan farkında olmadığı ama belki de içinde hep var olan arayışın sonucu olarak. Finalindeki o günler için anlaşılabilir tercihe rağmen, hikâyenin aşkı kesinlikle yargılamadığını ve hatta kaçırılan mutluluk fırsatının hüznünü öne çıkardığını da söylemek gerek.

Makinelerin ve denizci emekçilerin çalışmasını bir belgesele yaraşırcasına ve gerçekçi bir şekilde bolca gösteriyor Jean Grémillon ve işçi sınıfına dikkat çeken bir saygı ve sevgi ile baktığını hissettiriyor hep. Kadın karakterlerin ise güç ve iktidar anlamında geride bırakıldığını, hatta hikâyenin bağımsız ruhlu kadın karakterinin (altta ciddi bir kırılganlık yatsa da) sonunda kaybederken gösterildiğini de belirtmek gerek ama olayların geçtiği dönemin gerçeklerine uygun olan bu durumu eleştirmek anlamsız olur açıkçası. “Herkesin kendine göre bir derdi var. Onları karada bırakmalı, kadınlar gibi. Onları da karada bırakmalı” gibi sözler de o yılların denizci erkek söylemlerine uygun elbette.

Çekimler sırasında başlayan savaşın temel olarak iki olumsuz koşul yarattığı söyleniyor. Denizdeki fırtına sahnelerinde çok daha görkemli hayalleri varmış yönetmenin ama kısıtlı imkânlarla yaratabildiğinde de herhangi bir sorun yok. 1940’ların sineması düşünüldüğünde Grémillon fırtınadaki gemi sahnelerinin üstesinden kurguyu üstlenen Yvonne Martin’in de önemli katkısı ile gelmiş herhangi bir önemli rahatsızlık yaratmadan. Buna karşılık, yasak aşkın başladığı kumsalda yürüyüş sahnesine geçiş bir parça sorunlu. Belki bu sahnedeki karakterleri canlandıran Gabin ve Morgan’ın yokluğu nedeni ile çekilememiş sahnelerin sonucu olabilir bu âni geçiş ama bir parça da olsa rahatsız ediyor. Neyse ki takip eden, “ev bakma” sahnesi, özellikle de açık pencere önündeki bölümü ile çok başarılı ve örneğin adamın engel olamadığı ilgisini öfke ile bastırmaya çalışması oldukça etkileyici. Bir denizcinin “İki insanın arasında yaşananları başka kimse anlayamaz” sözleri üzerinden hiç kimseyi yargılamamak gerektiğini hatırlatan filmde Gabin ve Morgan pek çok klasik Fransız filmine oyuncu olarak kattıkları zenginliği burada da esirgemiyorlar ve karakterlerini gerçek kılıyorlar; yönetmenin favori oyuncularından biri olan Madeleine Renaud ise onların sadeliğinin karşısına karakterine çok uygun bir melankolik havayı da ekleyerek filmin bir diğer önemli kozu oluyor. Karanlık bir şiir olarak tanımlanabilecek olan filmin bu karanlığına, lirizmine ve yakıcı gerçekliğine görüntülere imza atarak önemli bir katkı sağlayan Armand Thirard’ın adını tekrar anmamız gereken çalışma melodramların özellikle usta isimlerin elinde oldukça çekici olabileceğini de hatırlatıyor bize.

Denizde geçen sahneler ile karadakilerin zaman zaman sanki iki farklı hikâye seyrediyoruz havası yaratması ve bu “farklı hikâyeler”in özellikle biçimsel ve kısmen de içerik olarak yeterince örtüşmemesi bir problem film adına. Ne var ki hem bir insanın hem bir mutluluk düşünün ölmesi ile biten bu karanlık ve melankolik filmi görmeye engel olmamalı bu sıkıntı. Senaryoyu yazan Prévert, Geceleyin Paris (Paris at Night) adlı şiirinde şöyle yazar: “Karanlıkta tek tek yakılmış üç kibrit / İlki görmek için tüm yüzünü senin / Gözlerini görmek için ikincisi / Sonuncusu dudaklarını / Ve kollarımla sararken seni / Koyu bir karanlık bütün bunları bana hatırlatmak için“ (Çeviri: Orhan Suda – Yapı Kredi Yayınları). Hikâyenin sonlarında fırtına nedeni ile elektriklerin kesildiği bir otel odasında yaşanamayanlar tam da budur; özetle, özellikle de “kolları ile saramama”nın melankolisini yaşayanlar için keyifli bir film.

(“Stormy Waters”)