“Yüce Tanrı beyaz, siyah, sarı, malay ve kızıl ırkları yarattı ve onları farklı kıtalara yerleştirdi. Bu tür evlilikler onun bu düzenlemesine karışmak anlamına gelir; ırkları ayırması onun ırkların karışmasını istemediğini gösterir”
Beyaz bir adam ile siyah bir kadının 1958 yılında Virginia’daki evliliklerinin tutuklanmalarına neden olmasının ve aldıkları cezaya karşı giriştikleri yasal mücadelenin hikâyesi.
Richard ve Mildred Loving çiftinin gerçek hikâyesini anlatan ve yine onların mücadelesini konu alan, Nancy Buirski’nin yönettiği 2011 tarihli “The Loving Story” adlı belgeselden uyarlanan bir ABD yapımı. Jeff Nichols’ın yazdığı ve yönettiği film iki baş oyuncusunun performansları ile dikkat çektiği ve konusuna gerçek olaylardan hemen hiç sapmadan yaklaşan bir çalışma ve gücünü de büyük ölçüde bundan ve hikâyesini sesini hiç yükseltmeden anlatmasından alıyor. Nichols’ın mizansen anlayışından oyuncuların performansına “sessiz” bir film bu ve birkaç sahne dışında hiçbir duygunun, eylemin altını çizmiyor ve temelde “aşkın ve evliliğin her türlü kısıtlamadan bağımsız ve doğal bir hak” olduğuna odaklanmasına rağmen, mesaj verme tuzağına düşmüyor hiç. Evlilikleri ile ABD anayasasının ırklar arası evlilikleri federal bir hak kılan karar almasını sağlayan çiftin hikâyesi normal koşullar altında Hollywood’un elinde bir mesaj ve zafer çığlığı filmine dönüşürdü ama burada Nichols tam tersi bir tutum izliyor. Onun bu tercihi filme bir farklılık katıyor ve bir güç de sağlıyor ama öte yandan aynı tercih hikâyeyi zaman zaman bir parça soğuk da kılıyor açıkçası.
Gece vakti yoksul bir evin verandasında konuşan bir çift. Siyah kadın beyaz erkeğe hamile olduğunu söylüyor ve erkek bu haberi çok kısa bir şakınlıktan sonra gülerek ve “Güzel, gerçekten çok güzel” diyerek karşılıyor. Kadın da mutluluk dolu bir gülümseme ile karşılık veriyor. 1958 yılında Virginia’dayız. Irklar arası evliliklerin yasak olduğu on beş eyaletten biri burası, polis şefinin ifadesi ile “birlikteliklere bir ölçüde göz yumulabildiği ama evliliğin çok ileri gitmek demek olduğu” bir eyalet. Erkeğin “daha az bürokrasi” var demesi ile çift Washington’a giderek orada evleniyor. Sonrası evlerine polis baskını, yerel mahkemenin erkek ve bir kadını bir yıl hapis cezasına çarptırması ve onlara bu cezadan kurtulmak için iki seçenek bırakması: Boşanmak veya eyaleti terk ederek 25 yıl boyunca asla birlikte oraya girmemek. Sonrası önce yerel, ardından eyalet mahkemesinde süren ve sonuçta federal mahkemeye kadar uzanan ve yıllara yayılan bir mücadele.
Jeff Nichols bu özgürlük mücadelesini bir belgesel ciddiliğinde ve olabilecek en sessiz biçimde anlatıyor. Duygusal patlamaların (aşk, öfke, korku, yılgınlık vs.) dizginlendiği performansları ile oyuncuların da ayak uydurduğu bir anlatım tercihi bu. Böyle bir hikâye için Amerikan sinemasının seyirciyi alıştırdığı tüm klişelerden özenle uzak durmuş Nichols. Örneğin iki sahne dışında yerel beyaz halkın bu birliktelik ve evlilikle ilgili tepkisini hiç göstermiyor ve bu tepkinin tanığı olduğumuz sahnelerin ilkinde öpüşen çifte uzaktan ve onaylamayan bir şekilde bakan beyaz erkekleri görürken sadece, ikincisinde ise adamın arabasına bırakılan ve sahibini bilmediğimiz bir notu görüyoruz. Bunun yerine otoriteyi temsil eden emniyet ve adalet teşkilatlarının tepkisine odaklanıyor hikâye. Bu tercih seyircinin filme -kesinlikle hak ettiği- bir dikkat ve özenle yaklaşmasını gerektiriyor. Adamın annesinin evliliği onaylamayan vücut dili, adamın tüm boş vakitlerini siyahlarla geçirmesi ve oldukça etkileyici bir sahnede bu evliliği yaparak güvenli konumunu terk edip risk aldığı için adamın siyah bir birey tarafından eleştirilmesi gibi ögeler üzerinden anlatıyor derdini. Açıkçası bunca alçak gönüllü ve sade olan bir filmin zaman zaman hiç talep eder gibi görünmediği halde seyirciden duygusal bir karşılık alabilmesinin de en temel kaynağı onun bu samimi ve seyirciyi kışkırtmayan anlatımı. Belki tam da bu nedenle Life dergisinin fotoğrafçısının aşkın resmini çektiği sahne müthiş bir aşk sahnesi olurken, final tüm sadeliğine rağmen seyirciyi bir mutluluktan ağlama hissine sürükleyebiliyor.
Loving çiftinin hikâyesi 1996’da bir televizyon filmi olarak da çekilmiş ve çeşitli kaynaklara göre hikâyeyi daha ticarî bir dil ile anlatan bir çalışma olmuş bu. “Tanrının kuralı bu: Serçeyi serçe, bülbülü bülbül yaratmış. Farklı olmalarının bir nedeni var” anlayışına karşı verilen mücadeleyi anlatan filmin hikâyesi sessizliği üzerinden gerilimini üretmeyi başarıyor. Birkaç sahnede bir parça daha ileri adım atması gerekirken bunu yapmaması filmin gücünü bir parça zayıflatıyor. Örneğin adamın, davalarına dönemin Adalet Bakanı Robert Kennedy’nin yönlendirmesi ile önemli bir insan hakları örgütünün bakacağını haber aldığı sahnedeki -nerede ise- tepkisizliği bu sahnelerden biri ve seyirciyi ister istemez bir parça uzak tutuyor olan bitenden. Buna karşılık eş zamanlı olarak gösterilen iş kazası ile bir çocuğa araba çarpması kurguları ve anlatımları ile filmin geneline hâkim olan tavra hayli ters düşüyor ve hak etmediği halde zorlama görünüyor. Adamın bir yanlış anlama sonucu paniğe kapıldığı an ise Nichols’ın genel sessizlik havasına ters düşmeden de farklı hareket ederek seyirciyi etkileyebildiğini gösteren bir örnek oluyor.
David Wingo’nun filmin genel havasına uygun ve sesini yükseltmeden insanın içine işlemeyi başaran müziği ile hikâyeye katkı sağladığı filmin cezaevi ve mahkeme sahnelerinin gerçek olayların yaşandığı yerlerde çekilmiş olmasının da desteklediği gerçekçi havası bir diğer artısı. Ne var ki Nichols federal mahkeme sahnesinde bu genel anlatım tercihinden nedense uzaklaşıyor ve mahkeme binasını adeta yüce bir konuma yerleştiren kamera açısı ile açtığı bu sahnede federal yargıçları da adeta “kutsal”laştırarak yüzlerini hep flu gösteriyor. Bu mahkemenin aldığı karar ile bir adaletsizliği yok etmesi ve bir özgürlüğün kalıcı biçimde yolunu açması kuşkusuz çok önemli ama aynı mahkemenin başka yargıçlarla -örneğin şimdi Trump’ın atadığı ve atayacağı yargıçlarla- nasıl ters yönde kararlar alabileceğini düşünürsek, bu yüceltme fazla Hollywoodvari görünüyor.
İşçi sınıfından kahramanları anlatması ve toplumu ayrıştıranın renkler/ırklar olmadığını göstermesi ve kadının ağzından “Küçük çarpışmaları kaybedebiliriz ama büyük savaşı kazanacağız” cümlesini dile getirerek toplumsal mücadelerin benimsemesi gereken bir yolu işaret etmesi ile önemli ve dürüst bir film bu. 2010 yılında ABD’deki evliliklerin yüzde on beşten fazlasının kendilerini aynı ırktan görmeyen çiftler arasında gerçekleştiğini düşünürsek gerçek hayattaki kahramanlarının nasıl önemli bir hikâyenin parçası olduklarını daha iyi anlayacağımız filmde iki başrol oyuncusunun (Joel Edgerton ve Ruth Negga) performansları ciddi bir övgüyü hak ediyor. Bu derece sade ve alçak gönüllü bir performansla bu derece gerçekçi bir hava yakalayabilmeleri ve adeta gerçekten olan bitene tanık olduğumuz havasını yaratmaya katkı sağlamaları her iki oyuncunun da ne denli çarpıcı bir başarı yakaladıklarının en önemli göstergesi. Görüntü yönetmeni Adam Stone’nun özellikle kırsal bölgedeki sahnelerde yakaladığı sakin güzellik ile dikkat çektiği ve çiftin gerçek hayattaki fotoğrafı ile kapanan film kendilerini kahraman olarak değil, aşklarının neden tepki ile karşılandığını anlayamayan sıradan insanlar olarak gören çiftin bu “sıradanlık”larına saygı ile yaklaşan bir sinema eseri olarak yerini alıyor sinema tarihinde. Daha büyük duygular, eylemler, epik bir özgürlük hikâyesi bekleyenler değil, aşkın sade yüceliğine saygı duyanlar için bir film bu.