Matka Joanna od Aniolów – Jerzy Kawalerowicz (1961)

“İblis’i gönderen de Tanrı değil mi? Tanrı’nın müsaadesi olmadan hiçbir bedeni ele geçiremez İblis”

Rahibelerin beden ve ruhlarını şeytanın ele geçirdiği konuşulan bir manastıra olayı araştırması için gönderilen bir rahibin kendisini benzer bir mücadele içinde bulmasının hikâyesi.

Senaryosunu Jarosław Iwaszkiewicz’in uzun öyküsünden yola çıkarak Jerzy Kawalerowicz ve Tadeusz Konwicki’nin yazdığı, yönetmenliğini Kawalerowicz’in yaptığı bir Polonya filmi. Cannes’da Özel Jüri Ödülü’nü alan film bir din adamının, inançları doğrultusunda çözmeye çalıştığı bir gizem karşısında yaşadıklarını anlatırken, “şeytan”ın ne olduğu, insan doğası, kutsal inançların egemen olduğu hayatlar ve tutkular üzerine hem içeriği hem sineması ile oldukça çekici bir sonuç elde ediyor. Siyah-beyaz görüntüleri; Kawalerowicz’in konusunun içeriğini sömürmeyen, aksine zenginleştiren yaklaşımı ve seyirciyi merakta ve canlı tutan temposu ile oldukça başarılı bir yapıt.

Eserleri Polonya sinemasının ilgisini çekmiş bir yazardı Jarosław Iwaszkiewicz ve örneğin usta sinemacı Andrzej Wajda üç filmini onun kitaplarından yola çıkarak çekti: “Brzezina” (1960), “Panny z Wilka” (1979, Wilko’lu Kızlar) ve “Tatarak” (2009, Sazlıkta). Yazarın 1946’da yayımlanan öykü kitabındaki eserlerden biri olan ve filme de adını veren “Matka Joanna od Aniołów”’un esin kaynağı, tarihteki gerçek bir olay: 1634’te Fransa’da Loudun adlı bir kasabada rahibelerin şeytanî güçlerin kendilerini ele geçirdiğini iddia etmesi üzerine olayı araştıran Katolik Kilisesi, Urbain Grandier adlı rahibi büyücülükten suçlu bulmuş ve arkasında politik motivasyonların da olduğu bu suçlama din adamının yakılarak öldürülmesine neden olmuş. İngiliz yönetmen Ken Russell aralarında müziğin de (Belçikalı Louis Neefs’in 1970 tarihli “De Duivels van Loudun” adlı şarkısı ve Krzysztof Penderecki’nin 1969 tarihli “Die Teufel von Loudun“ adlı operası) olduğu farklı sanat dallarının ilgisini çeken bu olayın kurbanlarından Grandier’in yaşadıklarını 1971 tarihli “The Devils” (Şeytanlar) adlı filminde anlattı bize. Russell’ın kendi imzasını taşıyan senaryo Aldous Huxley’in 1952’de yayımlanan kitabı “The Devils of Loudun” ve John Waiting’in 1961 tarihli oyunu “The Devils”dan esinlenirken yönetmene özgü bir “histerik” sinema örneği çıkmıştı ortaya. Kawalerowicz’in filmi ise çok daha sade ve dizginlenmiş bir sinema dili ile anlattığı hikâyesinde, Grandier’in infazından sonra manastıra gönderilen bir başka din adamının yaşadıklarını öne çıkarıyor ve hem baş kahramanına hem bize Grandier’in başına gelenlerin nedenlerini izah ediyor bir bakıma. Grandier’in sonunu getiren, manastırın başrahibesinin manevî liderleri olması isteğini geri çevirmesi olmuş; Kawalerowicz’in öyküsündeki rahip Suryn de benzer bir taleple karşılaştığı gibi, kendi “şeytan”ı ile de yüzleşecek ve olaylar kontrolünden çıkacaktır.

Kawalerowicz, ülkesini komünizm döneminde yöneten Birleşik İşçi Partisi’ne 1950’de üye olmuş ve lağvedilene kadar da üyesi olarak kalmış partinin; ama onun, başında olduğu film şirketinin komünist rejiminin baskılarına karşı koymasına engel olmamış bu durum. Bu filmde yönetmenin, odağında dinsel inançlar ve bu inançların sonuçlarının ele alındığı bir hikâyeyi anlatırken, propaganda sınıflamasına girebilecek bir anlayıştan uzak durmasını da açıklıyor bu sanatçı duruşu. Şiddet ve erotizm (ki bunların her ikisi de Russell’ın filmine damgasını vuran unsurlar olmuştu) hikâyede anlamlı bir yer tutuyor ama bunların ele alınış biçimi ve gösterimi oldukça dozunda ve sömürüden uzak durulan bir şekilde çıkıyorlar karşımıza. Film bu unsurları hikâyesinin hedefi değil, aracı yapıyor ve karakterlerle ilişkilerini güçlü ve dürüst bir şekilde inşa ediyor. Mieczyslaw Voit’in sade ama seyirciye her eylem ve duygusunu güçlü bir şekilde geçiren performansı ile canlandırdığı Suryn adındaki rahibi kolları iki yana açılmış ve yere yüzüstü uzanmış bir şekilde dua ederken görüyoruz açılışta; görüntü yönetmeni Jerzy Wójcik’in kamerası onu tepeden, önünde uzandığı objenin (İsa muhtemelen) gözünden çekiyor ve bu “Tanrı bakışı” adeta bizi kuluna ve yaşayacağı trajediye üstten bakan Tanrı’nın konumuna yerleştiriyor. Film bu tepeden çekimi zaman zaman ve hemen hep karakter(ler)in acı çektiği durumlarda kullanarak, acizlik duygusunu pekiştiriyor ilgili sahnelerde.

İnançlı ve dürüst bir adamdır Suryn; manastırdan önce mola verdiği han benzeri bir yerde çıkınından çıkardığı ekmekten bıçakla kestiği ince ve küçük lokmaları ile dalga geçen bir adama “Sen neden büyük lokmalarla yiyorsun, açgözlülük ve oburdan başka bir şey değil bu” sözleri ile cevap veriyor. Handaki manastır dedikoduları (“Söyle bakalım bana, rahibe manastırında neler dönüyor? Kutsal bakirelerin etrafında sinsice dolaşan şeytanlar mı var?”) büyücülük, şeytanlar, günah çıkarma, kazığa bağlanıp yakılan rahip gibi konular etrafında dönmektedir. İnfaz edilen rahip şeytana boyun eğmiş ve arkasında iki çocuk bırakmıştır. Suryn işte bu tuhaf ve korkunç olayların yaşandığı manastıra gönderilmiştir ve işini zorlaştıran sadece olayların tuhaflığı değildir; tüm ailesi hep dinle ilgili hayatları olan kişilerden oluşmaktadır ve dindar olmayan tek bir kadın bile tanımamıştır hayatında. Sadece içine sekiz ayrı şeytanın girdiğini iddia eden başrahibe değil, diğerleri de şeytanî güçlerin etkisi altında görünmektedir ve rahip bu “kutsal bakireler”in ve manastırın sorununu çözmek zorundadır. Şeytan hikâyesine kuşku ile yaklaşır Suryn ama kendisi de benzer bir akıbete uğrayacağından habersizdir.

“Rahibenin isli kapı kolu ile numara yapması” gibi konuşmalar geçiyor filmde ve elbette metafizik bir anlayışı desteklemiyor hikâye ama Jerzy Kawalerowicz’in amacı bir anti-bağnazlık propagandası yapmak değil. Bunun yerine, doğru bir seçimle, karakterleri bu davranışlara sürükleyen olguları, kuşkusuz başta dinsel olanlar olmak üzere, odağa yerleştiriyor. “Şeytan”ı bir kavram olarak araçsallaştırıyor film; örneğin genç bir adam kendisini ve annesini döven babasını arkadaşına anlatırken, onu bir “şeytan” olarak niteliyor ama ardından -arkadaşının uyarısı / yönlendirmesi ile- dua da ediyor babası için. Manastırdaki rahibelerden birinin sık sık kaçarak geldiği handa yaşadıkları da tutkuları / arzuları ile, içine sokulduğu kısıtlayıcı ortamın çelişmesini göstererek, onun “şeytan”ını açıklıyor bir bakıma. Manastırın içinde erkek rahiplerle, içlerine şeytan girmiş rahibelerin yüzleştiği / karşı karşıya geldiği sahne de adeta kadınların kendilerine biçilen rollere meydan okuması niteliği taşıyor ve bu bağlamda güçlü bir yere oturuyor. Rahibelerin kıyafetlerinin aşırı beyazlığını da üzerlerindeki “kutsal bakirelik” baskısının bir sembolü olarak görmek mümkün.

Başta tüm rahibelerin Suryn’in açılıştaki yere yüzüstü uzanma hareketini tekrarladığı sahne olmak üzere, pek çok çarpıcı ânı olan filmde rahibin günah dürtüsüne karşı kendisini “kırbaçlaması” ve daha sonra oldukça sembolik bir biçimde bunu rahibe ile tekrarlamaları gibi güzelliği ile göz dolduran farklı bölümler var. Bunlardan biri de, tavandan sarkan zincilerlere tutturulmuş tahta sopalara asılan çamaşırların görüntüsüne ve yavaşça salınım yapan bu sopaların ve zincirlerin çıkardığı ritmik sese tanık olduğumuz bölüm. Çarmıha gerilen İsa’nın “Tanrım, neden beni terk ettin?” sorusunu tekrarlamak zorunda kalan rahibin trajedisini bu ve benzeri anlarla etkileyici bir şekilde anlatan filmin üzerinde durulması gereken bir diğer unsuru da Rahip Suryn’in farklı yüzleşme anları. İki farklı sahnede ayna karşısında kendisi (ya da içindeki şeytan) ile konuşuyor ve tutkusu, dürtüleri ve arzuları ile inançlarının çatışmasını yaşıyor. Bu sahnelerdeki kurgu tekniği, Suryn’i sanki -kendisinin o anda algıladığı gibi- farklı bir kişi ile konuşuyor gibi gösteriyor ve hikâyenin hemen tümünde gördüğümüz ve siyah-beyazın desteklediği aydınlık ve karanlığın, iyi ile kötünün, arzuların açığa çıkması ile bastırılması arasındaki mücadelenin bir örneği oluyor. Burada ışığın başarılı kullanımı da, özellikle de başrahibenin sahnelerinde olduğu gibi, dikkat çekiyor. Filmin daha da kritik bir yüzleşmesi ise rahibin, görüşlerini almak için ziyaretine gittiği haham ile olan sahnesinde çıkıyor karşımıza. Mieczyslaw Voit’in hem rahibi hem hahamı canlandırdığı bu sahne dolayısı ile yine bir kendisi ile hesaplaşma örneği olurken, seyirciyi de “Peki ya dünyayı yaratan Şeytansa? Dünyayı Tanrı yarattıysa, neden içinde bunca kötülük barındırıyor?” sorusu ile baş başa bırakıyor. Bu sahnenin bir diğer vurucu cümlesi olan “İblisleri öğrenmek mi istiyorsun? Ruhuna girmelerine izin ver” ise hikâyenin sonraki aşamalarının da haberini veriyor bize. “Şeytan”ın içimizde ve dinsel dogmaları yaymak için araç olarak kullanılandan çok daha başka bir şey olduğunu, “şeytan çıkarma”nın ise bir iç mücadele gerektirdiğini söylüyor bize film bu ve farklı sahnelerde ve şeytanı yaratanın da içimizdeki kötülük olduğunu öne sürüyor.

Temel olarak iki farklı mekânda (han ve manastır) geçen ve sahneleme dilinin de katkısı ile tiyatro esintisi taşıyan film buna rağmen hiç azalmayan bir dinamizm ve gerilim duygusu sayesinde kendisini hep ilgi ile izletiyor. Başrahibe rolündeki Lucyna Winnicka’nın gösterişli ama asla abartıya kaçmayan performansı “içindeki şeytan”ı gerçekçi bir şekilde sergilemesinin aracı oluyor ve böylece önemli bir katkı sağlıyor filme. Manastırda şeytanın etkisine girmemiş tek rahibenin sık sık manastırdan kaçarak yaptığı han ziyaretleri ve oradaki eğlence anlarının, sonunda bir trajediye dönüşmesi ise tıpkı handa söylediği şarkının sözlerinin aksi bir davranış gösteriyor olması gibi ilginç bir ironi yaratıyor. Filmini “Dogmalara karşı bir film… kilisenin kıyafetlerini giyen ve dinleri birbirlerini sevmesine izin vermeyen bir erkekle bir kadın arasındaki aşk hikâyesi” gibi sözlerle niteleyen yönetmen bu karakterleri ele geçiren şeytanı ise onların bastırılmış aşkının dışavurumu olarak tanımlamış.

Başta rahibelerin söylediği ama hep bir arkaplan anlayışı içinde kullanılan ilahiler olmak üzere ses çalışmasının da başarısı ile dikkat çektiği yapıt manastırı etkileyici bir mekân olarak değerlendirmiş. Çanların “yolunu kaybeden” seyyahlar için çaldığını söylüyor bir köylü hikâyenin başında. Hikâyenin sonunda ise çanlar çalıyor ama bu kez hiç ses ses çıkmıyor; bunun yerine, ağlayan iki rahibenin seslerini duyuyoruz. Bu küçük oyunla, anlaşılan bize rahibelerin ve aslında tüm insanların yolunu yitirdiğini söylüyor Jerzy Kawalerowicz. Birlikte mutlu olamayıp, ancak birlikte acı çekebilenlerin ilginç bir hikâyesi olarak, görülmesi gerekli bir sinema yapıtı.

(“Mother Joan of the Angels” – “The Devil and the Nun”)