The Man Who Shot Liberty Valance – John Ford (1962)

“Silah mı? Silah istemiyorum, onu öldürmek istemiyorum. Onu hapse atmak istiyorum”

Batı’ya giderken bindiği posta arabası soyulan yeni mezun bir hukukçunun, silahların egemen olduğu bir kasabada onlardan uzak durarak ayakta kalma çabasının hikâyesi.

Özellikle western türündeki eserleri ile tanınan Amerikalı yazar Dorothy M. Johnson’ın 1953 tarihli ve aynı adı taşıyan hikâyesinden uyarlanan, senaryosunu James Warner Bellah ve Willis Goldbeck’in yazdığı, yönetmenliğini ise klasik western’in en önemli eserlerine imza atmış olan John Ford’un üstlendiği bir ABD yapımı. Ford’un klasiklerinden hem hikâyesi hem sineması ile farklı bir yerde duran ve zamanında çok da tutulmayan film sonradan daha fazla ilgi görmüş. Ülkenin, gücün silahını iyi kullanananların elinde olduğu döneminden daha “uygar” bir düzene geçiş zamanını ve bu zaman diliminde yaşanan çatışmaları odağına alan film romantizmi de katarak farklı bir noktaya taşıyor western havasını ama ne o türde ne de Amerikan tarihine ve demokrasi sürecine övgü sayılabilecek içeriğinde yeteri kadar güçlü bir etki yaratabiliyor. Yine de farklılığı ile ilginç, ABD’nin tarihinin önemli bir dönüm noktasına değinmesi ile önemli, başrollerde kasik sinemanın iki yıldızının (James Stewart ve John Wayne) varlığı ve elbette Ford’un usta zanaatkârlığı ile ilgiyi hak eden bir çalışma.

James Stewart’ın oynadığı genç avukat (Ransom Stoddard) amcasının önerisi üzerine çıktığı ve Batı’ya doğru olan yolculuğunda bindiği posta arabasını durduranlar tarafından soyulur ve dövülür. Soyan Liberty Valance adında ve kasabadaki herkesin korktuğu adamın (Lee Marvin) liderliğindeki çetedir ve kahramanımıza getirildiği kasabada gereken yardımı bir kadın (Vera Miles) ve Valance’dan korkmayan tek adam olan Tom Doniphon (John Wayne) gösterir. Aslında film bu hikâyeyi uzun bir geri dönüşle anlatıyor. Açılışta bir senatörü ve eşini eski bir dostlarının cenazesi için kasabaya gelirken görüyoruz ve senatör kasabanın gazetesine ziyaret nedenini anlatıyor ve seyrettiğimiz de bu hikâye aslında. John Ford işte bu hikâye aracılığı ile ABD’nin tarihinden bir dönemi anlatıyor bize. Demiryolları sayesinde hızla büyüyen ve değişen ülke artık o klasik western’lerin mekânı olarak alıştığımız görüntüden uzaklaşmaktadır ve şehirler eyaletlere dönüşmekte, ulusal seçimler ve senato gittikçe artan bir öneme sahip olmaktadır. Stoddard genç ve idealist bir avukat olarak bu yeni düzenin temsilcisidir adeta ama istemeden kendini bulduğu kasabada tamamı ile eski bir dünya çıkar karşısına. Silahı olan kötü adamların hâkim olduğu bu dünya ile silahsız baş etmeye kararlıdır o; silahlı iyi adam Doniphon ise bunun imkânsızlığını hatırlatır ona sürekli olarak. Ford da onca “vahşi kızılderili” filmi çeken bir yönetmen olarak aslında bir bakıma kendi dünyasının da yavaş yavaş kaybolduğunu fark etmiş olsa gerek bu filmi çekerken.

Hikâyeyi, yeni Amerika kurulurken eski ile yeniyi temsil eden iyilerin iş birliğinin anlatısı olarak nitelendirebiliriz. Hatta eskinin desteği olmadan bu dönüşümün mümkün olmadığını ve bir bakıma onların katkısının tarihi yazanlarca göz ardı edildiğini (sonuçta “yeni” ünlü bir senatör ve bir efsanenin kahramanı olmuş, “eski” olan ise unutulmuş gitmiştir) vurguladığını söylemek de mümkün. Buradaki vurgu önemli çünkü Ford da bir bakıma eskilerin tarafındadır sineması ile. Bu iş birliğine hikâyenin tek siyah karakteri ve Doniphon’un yardımcısı olan Pompey’i de katmak gerekiyor. Seçimlerin yapıldığı salona bir siyah olarak alınmaz (kadınlar da yoktur bu salonda elbette) ve girdiği barda barmen tarafından içki verilemeyeceği hatırlatılır kendisine ama Doniphon karşı çıkar bu duruma. Doniphon’u Amerikan sinemasının muhafazakâr ve milliyetçi isimlerinden Wayne’in canlandırdığını ve yönetmenin de önceleri demokratların tarafında olsa da sonradan Vietnam savaşını, Nixon’ı ve Reagan’ı destekleyen bir konuma gelen John Ford olduğunu unutmamak gerekiyor. Sonuçta kırbaçlanan bir genç adamın azmi ile senatör olduğu ve “halkına hizmet ettiği” bir “Amerikan rüyası”nı anlatıyor film ve bu rüyaya inananların elinden çıkmış. Aslında silahlı kötülerin yerlerini zengin kötülere (onların silahları çok daha etkin ve çeşitli) bırakması ise ayrı bir hikâye ve o hikâyeyi anlatacak olan Ford değil.

Zaman zaman başvurulan mizahın (ya da hafifliğin), gerilimi başka nedenlerle de düşük olan hikâyeye zarar verdiği açık. Evet, bir eğlence yaratıyor belki bu tercih ama örneğin Liberty Valance ile yüzleşme gibi çok önemli ve klasik bir Ford western’inde çok çarpıcı olacağı muhakkak bir sahnenin de yeterince çarpıcı olmaması nedeni ile hikâyenin etki gücünü azaltıyor bu. Oldukça güçlü bir oyunculuk gösteren Lee Marvin’in başarısını da, örneğin restorana girdiği sahnede olduğu gibi gölgeliyor bu durum bir parça.

Yeni mezun bir avukatı oynayan James Stewart’ın film çekildiği sırada 54 yaşında, yine hikâyeye göre genç bir adam olan Doniphon’u canlandıran Wayne’in ise 55 yaşında olması ilginç bir Hollywood umursamazlığı olarak dikkat çekiyor. Hikâyenin yaşlara göre uyarlanması ya da farklı oyuncular seçilmemesi tuhaf ve hikâye de inandırıcılık açısından zarar görüyor bundan. Ford’un hep alışılan görselliği de, çoğunlukla iç mekânlarda çekim yapılmış olması nedeni ile yer bulamamış burada; geniş düzlükler, dağlar ve çöller olmayan bir Ford western’i elbette yadırgatıyor kendisini ama hikâyenin içeriği çok da gerektirmiyor açık alanları. Büyük çiftlik sahiplerinin küçük çiftlik sahiplerinin arazilerine kendi sürüleri için otlak olarak kullanmak üzere göz koymasının konu edinilmesi veya -tıpkı bunun gibi, Amerikan demokrasisisi sayesinde sorun çözülse de- zenginleri temsil eden politikacının “boş kağıt” sahtekârlığının sergilenmesi filmin artıları olarak görünürken, bir aşk üçgeninin (üstelik duygu olarak yıllara yayılan bir aşk üçgeni bu) konu edinilmesi de farklı kılıyor bu John Ford yapıtını. Hikâyenin belki de en değerli yanı ise Batı’yı Batı yapan efsanelerin ve bir anlamda tüm o western filmlerini ayakta tutan o efsanelerin (en azından birinin ve sembolik olarak tümünün aslında) arkasındaki gerçeği göstermesi bize ki Ford’un kariyerinin onlar üzerine kurulduğunu düşünürsek çok önemli bu.

Başta Stewart ve Wayne olmak üzere (yaş problemini onların performansı ve yıldız karizmaları önemsizleştiriyor bir süre sonra) tüm kadronun işini iyi yaptığı ama özellikle Lee Marvin’in -senaryo onu zaman zaman gereksiz zorluklara düşürse de- öne çıktığı filmde kostüm dalında biri bu film ile olmak üzere tam 35 kez aday olduğu Oscar’ı 8 defa kazanan Edith Head’in çalışması da dikkat çekiyor. Ünlü eleştirmen Roger Ebert’ın, filmi faşizme karşı demokrasi hikâyesi olarak tanımlaması kuşkusuz abartılı ve yanlış (çünkü ne faşizm böyle bir şey ne de ABD “demokrasi”si bir demokrasi) ama hikâyesi yargı ve medya gibi bağımsızlıkları bir demokrasi için olmazsa olmaz unsurları hatırlatması ile önemli, şiddete ve onun hâkimiyetine net bir şekilde karşı çıkması ile değerli ve efsaneleri boşa çıkarması ile kesinlikle ilgiyi hak eden bir John Ford filmi bu, özet olarak.

(“Kahramanın Sonu”)

Rio Grande – John Ford (1950)

“Sanırım harika bir asker ama ben askerleri harika yapan şeylerden nefret ediyorum”

Amerikan iç savaşından sonra Meksika sınırındaki kızılderilileri yok etmeye odaklanan Amerikan ordusundaki görevine tutku ile bağlı bir yarbayın hikâyesi.

Western filmlerinin büyük ustası John Ford’un “Süvari” üçlemesi olarak bilinen filmlerinin sonuncusu. Bir gazetede yayınlanan hikâyeden yola çıkılarak yazılan senaryo klasik Hollywood westernlerinde olduğu gibi yerlilerin barbar bir düşman olarak görüldüğü, beyaz adamın yüceltildiği ve militarizme övgüler dizildiği bir içeriğe sahip elbette. Ford’un genel ortalamasının biraz altında kalan ama her zamanki temiz anlatımının da izlerini taşıyan film ideolojisi ile kötü, klasik sinemadan esintileri ile ilgi çeken bir çalışma özet olarak.

1956 yılında çektiği “The Searchers – Çöl Aslanı” ile kendi filmografisinde ilk kez yerlilerin nispeten dürüst bir resminin çizildiği bir filme imza atan Ford’un önceki westernleri gibi burada da yerliler barbar düşman rollerinde; daha doğrusu film yerlileri ikiye ayırmış: barbarlar ve sırtına ordunun üniformasını geçirip kendi kardeşlerine karşı muhbirlikten işbirliğine her türlü davranışa imza atan ve takdiri de alan dostlar. Maureen O’Hara’nın her zamanki zarif oyunu ile canlandırdığı albayın karısı olan kadının hümanizmi de sadece oğlu, ailesi ve genel olarak beyazlar ile sınırlı. Haksız yere suçlandığını düşündüğü bir askeri savunması için kendi parası ile avukat tutarken, kocasının esir aldığı yerliler hakkında herhangi bir duygu beslediğinin işaretini dahi vermiyor. Ne sorguluyor onlara yaptıklarının anlamını ne de onları “görüyor”. Kadının militarizm karşıtı gibi görünen duruşu da elbette finalde içerik ve biçim değiştiriyor; asker kocası ile ailesini ve vatanını korumuş olmanın gururu ile ufka bakabiliyor artık. Evet, sıkı bir militarizm ve erkeklik övgüsü var filmde. Matematikten kaldığı için askeri akademiden atılan genç onurunu orduya er olarak yazılarak kurtarıyor, yarbay babasından bol bol delikanlılık üzerine öğütler alıyor ve baştan sonra ordunun ne kadar eğlenceli, cesur ve güçlü karakterlerden oluştuğunun örneklerini izliyoruz.

Kızılderilerin hiçbiri elbette bir karaktere, kişiliğe sahip değiller; onlar sadece iyi beyazlara saldıran, katliam yapan barbarlar. Farklı kabilelerin birleşmesi ve birlikte savaşmaya karar vermesi beyaz adam için büyük bir tehlike olarak görülürken, Meksika hükümetinin Amerikan ordusunun ABD ile aralarında sınır olan Rio Grande nehrini geçip kızılderilileri takip etmesine izin vermemesi de tarafsız kalmanın düşmanla işbirliği yapmak anlamına geldiğinin bir örneği olarak sergileniyor filmde. Görüldüğü gibi Amerikan yönetiminin dünyaya bakışında bir değişiklik olmamış; olması da ülkenin varlığına zıt düşerdi zaten.

Filmin yukarıda özetlemeye çalıştığım politik yanlışlarına sinemasal açıdan eklenebilecek birkaç problemi daha var. Öncelikle yeterince güçlü değil hikâyesi ve bazı yan hikâyelerini kimi anlaşılır kimi anlaşılmaz nedenlerle hayli zayıf bırakıyor; anlaşılır durum için kadının hümanizmi, diğeri içinse on beş yıldır babasını görmeyen ve kendisi çok küçükken gittiği için onu hatırlamayan genç askerin babasına kendini kanıtlamaya çalışmasının veya daha genel olarak onunla ilişkisinin aldığı yönün hayli zayıf işlenmesi ve hatta nerede ise unutulması gösterilebilir. Filmin dönemin ünlü folk grubu “Sons of the Pioneers” imzalı ve hayli başarılı şarkıları ise o kadar çok kullanılıyor ki nerede ise film bir müzikal olmanın eşiğinden dönmüş denebilir. Tüm bu sıkıntılarına karşın ve özellikle politik duyarlılıklar bir kenara koyulduğunda film ilgiyi kesinlikle hak ediyor yine de. Vasatın hep üzerinde seyreden oyunculukları (John Wayne bile kötü oynamıyor örneğin), toplamda beş kez birlikte çalışan ve sinemanın unutulmaz ikililerinden olan John Wayne ve Maureen O’Hara’nın bir arada olduğu ilk film olması, yönetmen Ford’un klasik sinemanın en sağlam hikâye anlatıcılarından biri olarak filmine hemen hiç sarkmayan bir tempo sağlamış olması ve çok keyifli şarkıları ile film görülmeye değer bir çalışma olmayı başarıyor. Kızılderililerin “yüzünün bile olmadığı” ve Amerikan sağının idollerinden olan baş oyuncusu John Wayne’nin Kore savaşının bir alegorisi olarak gördüğü bir filmin politik mesajlarına karşı uyanık olmayı unutmamalı elbette.

(“Aslanlar Diyarı”)

The Grapes of Wrath – John Ford (1940)

“Aç insanların yemek yiyebilmesi için mücadele edilen yerde olacağım. Polisler bir adamı dövdüğünde, orada olacağım. Öfkelendiğinde bağıran insanların, acıkan ve yemeğin hazırlandığını bilip gülen çocukların yanında olacağım. İnsanların kendi yetiştirdiklerini kendilerinin yiyebildiği, inşa ettikleri evlerde kendilerinin oturabildiği yerde olacağım”

1930’lu yıllarda ve büyük ekonomik bunalım döneminde kuraklık ve makineleşme nedeni ile ortakçılık yaptıkları toprakları terk ederek çiftliklerde çalışmak üzere Kaliforniya’ya göç etmek zorunda kalan bir ailenin hikâyesi.

Bir büyük romandan bir büyük film. Sanatın iki farklı dalının iki usta isminin işbirliğinden çıkan bir başyapıt. John Steinbeck’in aynı isimli romanından uyarlanan film Nunnally Johnson’ın senaryosu ile John Ford’un elinde sinemanın yüz akı filmlerinden birine dönüşmüş. 1940 tarihli film dayandığı büyük romanda çeşitli değişiklikler yapmış (veya dönemin ticari kuralları ve sansür kurumunun yaptırımları nedeni ile yapmak durumunda kalmış) ve sembolik bir değeri de olan sondaki “emzirmeye” yer vermemiş olsa da romanın özündeki büyüyü koruyarak bu büyünün görsel/sinemasal karşılığını üretmeyi başarmış bir çalışma. Genç yaşta ölen usta görüntü yönetmeni Gregg Toland’ın muhteşem siyah-beyaz görüntüleri filmin her biri unutulmaz olan karelerini bir üst seviyeye taşımayı başarıyor ve gölgeleri ve kontrastı ile filmin çarpıcılığını artırıyor. Filmin yaratıcılarının tercihi/onayı da ona yardımcı olmuş görünüyor. Örneğin kapalı yerde geçen karanlık sahnelerde anaakım sinemasının aksine yakılan mum gerçekten de odayı aydınlatıyor çünkü oda bizim karanlık olduğunu varsaymamız beklenen bir aydınlığa sahip değil aksine olması gerektiği gibi karanlık gerçekten.

Üzerinde doğdukları, çalıştıkları ve öldükleri toprakları boşaltmaya zorlanan insanların içine düştükleri yoksulluk ve genel olarak o dönem çökmüş olan ekonomik sistemin kurbanları olan insanların içinde bulundukları sefalet filmde nerede ise bir belgesel havasında aktarılıyor. Örneğin ailenin dökülmekte olan kamyonları ile insanların tam bir sefalet içinde yaşadıkları kampa girdiği sahnede Ford kesintisiz bir çekimle kamyondakilerin gözünden kampta yaşayanları ve yüzlerindeki dehşet ve yılgınlığı görüntülüyor ve bu sahnedeki insan yüzleri dönemin devrimci Sovyet sineması ile çok yakın bir parallelik taşıyor. Filmin yoksulluğu gösterme biçimi veya daha doğru bir deyişle yoksulluğu açıkça göstermesi başlı başına takdiri hak ediyor. Nerede ise bir komün hayatının yaşandığı (kendi kendilerini yöneten insanlar ve sınırsız paylaşım!) kamptaki havanın romana göre daha iyimser bir tona sahip olması veya buna benzer kimi yumuşatmalara rağmen filmin ne dürüstlüğü ne de durduğu taraf konusunda olumsuz bir şey söylenebilir. Nitekim yazar Steinbeck’in filmi çok beğenmiş olması onun yazıya döktüğünün zarar görmeden ve hatta sinemanın imkânları ile zenginleştirilerek sanatın başka bir biçiminde yeniden hayat bulduğunu gösteriyor.

Steinbeck’in 30’larda geçen hikâyesindeki kimi öğeler tarihin her anında ve her yerde kimi şeylerin hiç değişmediğini ve iktidar sahibinin/güçlünün/zenginin halkı/zayıfı/yoksulu ezmek ve “muhalif” gördüğü her unsuru yok etmek için nasıl da aynı yöntemlerle çalıştığını gösteriyor. Özellikle kargaşa yaratıp kendilerine müdahale imkânı sağlamaya çalışan polisler, direnç gösterenlerin özellikle olumsuz her türlü öğelerle bezenmiş sıfatlarla/isimlerle (burada kızıl olmakla) suçlanması veya birlikte hareket etmeye çalışanları bölmeye yarayacak her türlü aracı (burada grev kırıcılar) kullanmaktan çekinmemek günümüz dünyası için de çok tanıdık görüntüler olsa gerek. Örneğin ücretleri yarı yarıya düşürüldüğü için grev yapanların karşısına çıkıp bu düşük ücretten çalışan işçilerin varlığı ile günümüz Türkiye’sinde direnen Tekel işçilerini “aldıkları paranın yarısına çalışmayı isteyecekler var” diyerek suçlayan bir sıradan insan düşüncesinin hiçbir farkı yok.

Gerçekçiliğin ve yönetmenin ustalığının zirvesindeki mizansen anlayışının çok şey kattığı bir çalışma bu. Ford hem hikâyesini yüksek bir sinema becerisi ile aktarıyor hem de sıradan bir seyircinin bile ilgisini çekecek bir atmosfer sunmayı başarıyor seyredene. Tüm bunları romanın özüne zarar vermeden yapıyor üstelik. Başta anne rolündeki Jane Darwell, eski vaiz rolündeki John Carradine ve başroldeki Henry Fonda olmak üzere yönetmen tüm oyuncu kadrosundan da doğal ve gerektiği zamanlarda da sert bir oyun almayı başarmış. Her şeyden önce “insana” odaklı bir film bu ve ezilenin “gazap üzümlerinin” olgunlaşıp şaraba döneceği günlerin özlemi ve umudu ile seyredilmeli. Evet, “sonsuza dek kalacak olan biz olacağız çünkü biz halkız”.

(“Gazap Üzümleri”)

The Horse Soldiers – John Ford (1959)

“Kleopatra’nın Sezar’a gösterdiği kadar bile direniş görmedik”

Amerikan İç Savaşı sırasında Güneylilere ait bir ikmal merkezini yok etmekle görevli bir Kuzeyli birliğin hikâyesi.

“Stagecoach” ve “The Grapes of Wrath” gibi sinema tarihinin tartışılmaz klasiklerinin yönetmeni John Ford’dan fetiş oyuncusu John Wayne ile çektiği bir iç savaş filmi. Gerçek bir olayı anlatan ve Harold Sinclair’in romanından aktarılan film temelde bir kahramanlık hikâyesi ama albay rolündeki John Wayne ve doktor rolündeki William Holden arasındaki çekişmenin üzerinden anlatılan ama pek de üzerine gidilmeyen bir asker/sivil çatışması ve bir kahramanlığı anlatırken karşı tarafın anlaşılır bir şekilde çok da üzerine gitmemeye özen göstermemesi gibi özellikleri ile kimi farklılıkları da taşıyan ama sonuçta becerikli bir yönetmenin elinden çıktığını her hali ile belli eden ve keyifle seyredilebilir bir film.

Marş ritimleri taşıyan ve film boyunca farklı enstrümental yorumları ile sık sık kendini gösteren “I Left My Love” şarkısı ve görkemli süvari görüntüleri ile açılan film doktorun entelektüel ve hümanist kişiliği ile albayın savaşçı kahraman kişiliğinin zıtlığından doğan çatışmayı sık sık karşımıza getiriyor. Senaryo burada taraf tutmuyor ve her ikisinin de katkısını kutsuyor bir şekilde ama taraflardan biri John Wayne olunca onun daha baskın bir yere sahip olması da anlaşılır bir durum oluyor. Kaldı ki filmin temelde bir kahramanlık hikâyesi olduğu da unutulmamalı. Wayne kararlı ve cesur liderliği ile yüzlerce askeri tehlikeli bir görev için bir yerden bir yere götürürken tam da kendisine yakışır bir Amerikan liderliği/girişimciliği örneği sergiliyor. Burada temel çatışma doktorun hipokrat yeminini kastettiği askerlik yemininden önceki yemini. Film bu iki karakteri öne çıkarırken savaştan sonra politikaya atılmanın hesaplarını yapan bir başka askeri eleştiri ve alay konusu yapıyor oldukça naif bir içerik ile olsa da. Düzenin tanımını değişmez bir veri olarak kabul edip onu değiştirmeyi değil küçük problemlerini çözmeyi hedefleyen tipik Amerikan yaklaşımının bir örneği bu. Özetle bu karakter çatışmalarında yönetmen doktorun değil askerin yanında durduğunu sezdiriyor bir şekilde.

Hayli sakil ve zorlama görünen aşk hikâyesinin kahramanı Güneyli kadın karakteri de dahil olmak üzere kadınların ya hiç görünmediği ya da işte bu kadında olduğu gibi çoğunlukla pasif rollerde olduğu film tahmin edilebileceği gibi kadına en elle tutulur anlarını erkeğe aşık olma ve ona dayanma sürecinde yaşatıyor. Öyle ki on dakika önce silahlı çatışmanın ortasında ayakta duran kadın daha sonra duyduğu ilk silah sesinde kendisini Joh Wayne’in kollarına atabiliyor. Senaryonun bir başka aksak yanı da ilk yarısında Kuzeylilerin yanında durmayı ve Güneylileri daha “altta” ve çoğunlukla tuhaf karakterler aracılığı ile göstermeyi seçerken ikinci yarısında bir dengeli yaklaşıma kayması. Sonuçta bir iç savaşın tarafları olan insanlar arasında katı bir taraftarlık göstermemek anlaşılır bir durum ama yine de bu seçim kimi zorlama sahnelere neden oluyor filmde. Bir ara görünüp daha sonra kendilerinden hiç bahsedilmeyen Güneyli çocuk askerlere de sanki sadece poposuna şaplak vurulan çocuk sahnesini çekebilmek için filmde yer verilmiş gibi görünüyor. Bu trajik öğenin filmin en komik anlarından birine vesile olması da eleştiri konusu olması gereken bir durum.

Film, evet tam anlamı bir erkek filmi. Güneyli kadının John Wayne’e aşık oluncaya kadarki abartılı ve tuhaf karakteri, onun ancak bir erkeğe aşık olarak yola gelmesi, huysuzluğunun uyumlu ve itaatkâr bir profile dönüşmesi ve tüm bunların çok iyi bir özeti olan askerlerin kadınının ıslanan iç çamaşırlarını kurutma sahnesi filmin erkekler için ve erkekler tarafından çekildiğini söylüyor sürekli olarak. Güneyli kadının Kuzeyli komutanlara günümüz sinemasında örneğin bir Farrelly Kardeşler filminde görülebilecek türden bir sahnede but mu göğüs mü tercih ettiklerini sorması ve o andaki kamera açısı hem 1959’a göre oldukça cüretkâr hem de filmin “erkekliğinin” bir başka örneği oluyor.

Wayne’in hep aynı olan oyununu sergilediği, Holden’ın ise idare ettiği film John Ford sinemasının en başarılı örneklerinden değil belki ama rayların sökülmesi gibi kimi çok etkileyici sahneleri, hikâye anlatmayı bilen bir yönetmenin elinden çıkmışlığını her an hissettiren mizanseni ve klasik sinemanın günümüzde zaman zaman mumla aranan bazı özelliklerini başarı ile kullandığı için görülmesi gerekli bir film; elbette bırakın politik doğrucu bir yaklaşımı, politik ve sosyal açıdan tutarlı ve doğru bir yaklaşımı da unutarak.

(“Kahraman Süvariler”)