The Grapes of Wrath – John Ford (1940)

“Aç insanların yemek yiyebilmesi için mücadele edilen yerde olacağım. Polisler bir adamı dövdüğünde, orada olacağım. Öfkelendiğinde bağıran insanların, acıkan ve yemeğin hazırlandığını bilip gülen çocukların yanında olacağım. İnsanların kendi yetiştirdiklerini kendilerinin yiyebildiği, inşa ettikleri evlerde kendilerinin oturabildiği yerde olacağım”

1930’lu yıllarda ve büyük ekonomik bunalım döneminde kuraklık ve makineleşme nedeni ile ortakçılık yaptıkları toprakları terk ederek çiftliklerde çalışmak üzere Kaliforniya’ya göç etmek zorunda kalan bir ailenin hikâyesi.

Bir büyük romandan bir büyük film. Sanatın iki farklı dalının iki usta isminin işbirliğinden çıkan bir başyapıt. John Steinbeck’in aynı isimli romanından uyarlanan film Nunnally Johnson’ın senaryosu ile John Ford’un elinde sinemanın yüz akı filmlerinden birine dönüşmüş. 1940 tarihli film dayandığı büyük romanda çeşitli değişiklikler yapmış (veya dönemin ticari kuralları ve sansür kurumunun yaptırımları nedeni ile yapmak durumunda kalmış) ve sembolik bir değeri de olan sondaki “emzirmeye” yer vermemiş olsa da romanın özündeki büyüyü koruyarak bu büyünün görsel/sinemasal karşılığını üretmeyi başarmış bir çalışma. Genç yaşta ölen usta görüntü yönetmeni Gregg Toland’ın muhteşem siyah-beyaz görüntüleri filmin her biri unutulmaz olan karelerini bir üst seviyeye taşımayı başarıyor ve gölgeleri ve kontrastı ile filmin çarpıcılığını artırıyor. Filmin yaratıcılarının tercihi/onayı da ona yardımcı olmuş görünüyor. Örneğin kapalı yerde geçen karanlık sahnelerde anaakım sinemasının aksine yakılan mum gerçekten de odayı aydınlatıyor çünkü oda bizim karanlık olduğunu varsaymamız beklenen bir aydınlığa sahip değil aksine olması gerektiği gibi karanlık gerçekten.

Üzerinde doğdukları, çalıştıkları ve öldükleri toprakları boşaltmaya zorlanan insanların içine düştükleri yoksulluk ve genel olarak o dönem çökmüş olan ekonomik sistemin kurbanları olan insanların içinde bulundukları sefalet filmde nerede ise bir belgesel havasında aktarılıyor. Örneğin ailenin dökülmekte olan kamyonları ile insanların tam bir sefalet içinde yaşadıkları kampa girdiği sahnede Ford kesintisiz bir çekimle kamyondakilerin gözünden kampta yaşayanları ve yüzlerindeki dehşet ve yılgınlığı görüntülüyor ve bu sahnedeki insan yüzleri dönemin devrimci Sovyet sineması ile çok yakın bir parallelik taşıyor. Filmin yoksulluğu gösterme biçimi veya daha doğru bir deyişle yoksulluğu açıkça göstermesi başlı başına takdiri hak ediyor. Nerede ise bir komün hayatının yaşandığı (kendi kendilerini yöneten insanlar ve sınırsız paylaşım!) kamptaki havanın romana göre daha iyimser bir tona sahip olması veya buna benzer kimi yumuşatmalara rağmen filmin ne dürüstlüğü ne de durduğu taraf konusunda olumsuz bir şey söylenebilir. Nitekim yazar Steinbeck’in filmi çok beğenmiş olması onun yazıya döktüğünün zarar görmeden ve hatta sinemanın imkânları ile zenginleştirilerek sanatın başka bir biçiminde yeniden hayat bulduğunu gösteriyor.

Steinbeck’in 30’larda geçen hikâyesindeki kimi öğeler tarihin her anında ve her yerde kimi şeylerin hiç değişmediğini ve iktidar sahibinin/güçlünün/zenginin halkı/zayıfı/yoksulu ezmek ve “muhalif” gördüğü her unsuru yok etmek için nasıl da aynı yöntemlerle çalıştığını gösteriyor. Özellikle kargaşa yaratıp kendilerine müdahale imkânı sağlamaya çalışan polisler, direnç gösterenlerin özellikle olumsuz her türlü öğelerle bezenmiş sıfatlarla/isimlerle (burada kızıl olmakla) suçlanması veya birlikte hareket etmeye çalışanları bölmeye yarayacak her türlü aracı (burada grev kırıcılar) kullanmaktan çekinmemek günümüz dünyası için de çok tanıdık görüntüler olsa gerek. Örneğin ücretleri yarı yarıya düşürüldüğü için grev yapanların karşısına çıkıp bu düşük ücretten çalışan işçilerin varlığı ile günümüz Türkiye’sinde direnen Tekel işçilerini “aldıkları paranın yarısına çalışmayı isteyecekler var” diyerek suçlayan bir sıradan insan düşüncesinin hiçbir farkı yok.

Gerçekçiliğin ve yönetmenin ustalığının zirvesindeki mizansen anlayışının çok şey kattığı bir çalışma bu. Ford hem hikâyesini yüksek bir sinema becerisi ile aktarıyor hem de sıradan bir seyircinin bile ilgisini çekecek bir atmosfer sunmayı başarıyor seyredene. Tüm bunları romanın özüne zarar vermeden yapıyor üstelik. Başta anne rolündeki Jane Darwell, eski vaiz rolündeki John Carradine ve başroldeki Henry Fonda olmak üzere yönetmen tüm oyuncu kadrosundan da doğal ve gerektiği zamanlarda da sert bir oyun almayı başarmış. Her şeyden önce “insana” odaklı bir film bu ve ezilenin “gazap üzümlerinin” olgunlaşıp şaraba döneceği günlerin özlemi ve umudu ile seyredilmeli. Evet, “sonsuza dek kalacak olan biz olacağız çünkü biz halkız”.

(“Gazap Üzümleri”)

(Visited 75 times, 1 visits today)

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir