The African Queen – John Huston (1951)

“Hanımefendi, benim bir saçma fikrime karşı sizde on saçma fikir var”

Birinci Dünya Savaşı’nın başlaması nedeni ile, Afrika’nın Almanların idaresi altındaki bölgesinden kaçmaya çalışan bir İngiliz misyoner kadının ve onun tek kaçış aracı olan teknenin kaptanı Kanadalı adamın hikâyesi.

İngiliz yazar C. S. Forester’ın 1935 tarihli ve aynı adlı romanından uyarlanan bir ABD ve Birleşik Krallık ortak yapımı. Senaryosunu James Agee ve John Huston’ın (ve jenerikte adlarına yer verilmeyen Peter Viertel ve John Collier’in) yazdığı, yönetmenliğini Huston’ın yaptığı film dört dalda (Erkek Oyuncu, Yönetmen, Kadın Oyuncu ve Senaryo) dalında aday olan ve bu adaylıkların ilkini ödüle de dönüştüren bir Hollywood klasiği. Baştaki ve sondaki kısa bölümler dışında hemen tamamı iki baş oyuncusu (Katharine Hepburn ve Humphrey Bogart) arasında geçen hikâye Amerikan sinemasının klasik döneminin bu iki büyük yıldızının sağlam performansları, görüntü yönetmeni Jack Cardiff’in dış çekimlerin yapıldığı Uganda ve Kongo’daki mekânların doğal çekiciliğini ve egzotizmini başarı ile kullanan görüntüleri ve Hollywood’un klasik dilini ustalıkla kullanan Huston’ın başarısı ile görülmesi gerekli bir yapıt.

Pek çok romanı ve hikâyesi sinema ve televizyona uyarlanan Forester’ın romanı Hepburn ve Bogart gibi iki büyük yıldızın eğlenceli ve güçlü performansları ile hayat bulurken beyazperdede, senaryo birkaç açıdan farklılaşmış kitaptan. Filmin aksine romanda Almanlar hiç de acımasız resmedilmiyorlar ve daha çok “onurlu düşmanlar” olarak çizilmişler; İkinci Dünya Savaşı’nın bitiminin üzerinden sadece 6 yıl sonra gösterime giren bu filmde ise savaşın acılarının tazeliği nedeni ile Almanlar hikâyenin saf kötülerine dönüşüvermişler ve böylece romandaki ılımlı da olsa dostça yaklaşım ve anti-militarizm kaybolmuş. Bir başka önemli değişiklik ise -yine herhalde savaşın tazeliğinin sonucu olarak- bir bireysel kahramanlığa (belki çok planlandığı şekilde olmasa da) yer vermesi olmuş filmin. Bunlar anlaşılır ve Hollywood’dan beklenecek değişiklikler ve ilki biraz şematik bir görüntüye neden olsa da, çok rahatsız edici de değiller açıkçası.

Filmin çok büyük bir kısmında iki karakteri görüyoruz sadece. Ağabeyi ile birlikte bir Metodist kilisesinde görev yapan İngiliz Rose ve Doğu Afrika’nın Alman idaresi altındaki bölgesinde buharlı küçük teknesi ile taşımacılık, posta vs. işi yapan Charlie. Aslında filme adını da veren üçüncü bir baş karakter daha var filmde: Afrika Kraliçesi adındaki tekne. Açılışta kilisenin de yer aldığı köyde ve kapanışta da bir Alman gemisinde geçen sahneler dışında, tüm hikâye boyunca sadece bu üçü var filmde neredeyse. İki uyumsuz karakterli insanın, yolculukları boyunca nehirde yaşadıkları maceralarda tek dayanakları -birbirlerinin dışında elbette- sadece bu tekne oluyor. Senaryo ve Huston’ın yönetmenliği gerçekten de tekneyi tüm unsurları ve özellikleri ile hikâyenin doğal bir parçası yaparak onu kahramanlarından biri kılıyor seyrettiğimiz öykünün.

Açılış jeneriği ile birlikte ve sürekli kayan bir kamera ile bizi bir balta girmemiş ormanın içinde dolaştırıyor John Huston ve farklı hayvan sesleri ile işitsel bir zenginlik eşlik ediyor bu egzotik görselliğe. 1914 yılında ve Almanya’nın sömürgesi konumundaki Doğu Afrika’dayız. Vahşi hayvan sesleri bir süre sonra yine “vahşi” olan insan seslerine dönüşüyor ve kendimizi sazlardan örülü kulübelerden oluşan bir yerli köyündeki kilisede buluyoruz. Bir kadının çaldığı piyano eşliğinde bir erkek hem bir ilahiyi seslendiriyor hem de karşısındaki tamamı yerli olan cemaate aynı ilahiyi söyletmeye çalışıyor. Yerlilerin ağzından sadece anlaşılmaz seslerin çıkması ve bu seslerin ormandaki vahşi sesler ile örtüşmesi dikkat çekiyor. Burada ikircikli bir duruma düşecektir bugünün seyircisi: Anlamını bildikleri hayli tartışmalı ve konuşmadıkları bir dildeki ilahiyi söylemeye çalışanların trajikomikliği beyaz adamın kendi kültür ve değerlerini sömürdüğü topraklara yerleştirme misyonunun (evet, misyoner tam da budur aslında) “eğlenceli” bir metaforu olarak da görülebilir; ya da seslerin benzeştirilmesi üzerinden yola çıkarak kilisedeki yerlilerin vahşiler olarak gösterildiğini de düşünebilirsiniz. Charlie’nin yere attığı izmarit için birbirleri ile kavgaya tutuşan yerlilerin görüntüsünün eğlence amaçlı kullanıldığını düşünürsek, bu ikinci seçenek daha yüksek bir ihtimal olarak görünüyor açıkçası. Öte yandan, bu durumun tam tersini işaret eden bir başka örnek de var filmde. Misyoner kardeşler yerlilere İngilizce ilahiler söyletmeye çalışırken ve durumun absürtlüğü ortadayken, Charlie köylülerle onların dilinde ve oldukça da iyi anlaşarak konuşuyor. Bunların ilki ne kadar yapay dururken, ikincisi o kadar doğal görünüyor.

Hikâye başta, Rose ve kardeşinin, sonrasında ise Rose’un Charlie ile karakter ve hayat farklılıkları üzerine kurulu bir dram ve komedi olarak konumlandırıyor kendini. Misyonerlerin soğuk ve ciddi İngilizliliğinin karşısında kaygısız ve alaycı bir karakter olarak çiziliyor Charlie. Yemekteki mide gurultusu sahnesinde tarafların yaklaşım farklılığı bunun en açık örneği. Sonrasında, teknedeki ilk zamanlarda kadın ile adamın düşünce ve eylem farklılıkları da destekliyor bu durumu. Ne var ki hikâye tam tersi bir yöne süratle dümen kırıyor sonrasında. Buradaki kırılma noktası belki yeterince inandırıcı değil ama yine de filmin ilgi çekici yanlarından birini oluşturuyor. Ağabeyinin hasta olduğunda sayıklarken söylediği sözler kadının kendisi ile yüzleşmesine neden oluyor ve beden diline, sözlere ve eylemlere yüklü ve elbette bugün için çok edepli bir erotizm (daha doğrusu, sadece iması) başlıyor. Hepburn’ün elini saçına götürdüğü anlar, kullandığı dilin değişimi ve rahatlıkla bir “kız kurusu”nun aşk özlemine referans olarak görülebilecek sözleri hikâyeyi farklı ve çekici bir noktaya taşıyor. Nehirdeki hızlı bir akıntıyı güç bir mücadele ile atlatmanın heyecanını, vaaz verdiği sırada Tanrı’nın elini abisinin üzerindeymiş gibi hissetmesi ile kıyaslayan Rose, “Tadını bir kez alınca…” derken saçı ile bir parça sinirli bir şekilde oynayarak da gösteriyor yeni duygularını. Hepburn’ün bir genç kız heyecanını gösterdiği bu ve benzeri sahnelerdeki performansı onun bir yıldız olarak o üstün kalitesinin tadının bir kez daha tanığı yapıyor bizi.

Tam 12 kez aday gösterildiği Oscar’ı 4 kez kazanan Hepburn’e karşılık, Bogart 3 kez aday gösterilmiş aynı ödüle ve buradaki eğlenceli performansı ile de 1 kez kazanmış. Karakterinin kendini düşünen, kaygısız bir adamdan bir âşığa dönüşmesini eğlencesi bol bir performansla canlandırıyor usta yıldız ve kadın ile birlikte yaşadıkları maceraları daha da çekici kılıyor. Hızlı akıntılardan şelalelere, timsahlardan arı saldırısına, sülünlerin tehlikesinden Alman askerlerine ve fırtınadan nehirdeki çamurlu alana pek çok tehlikeyi atlatan ikilinin yaşadıklarında gerçekçilik zaman zaman problemli ama sonuçta Hepburn ve Bogart ikilisinin çekiciliği bunu görmezden gelmemizi mümkün kılıyor. Yaşadıkları her zorluğun her anlamda birbirlerine daha da yaklaştırdığı çiftin geldiği nokta Charlie’nin sözlerinde (“Çimdikle beni, Rosie. Nehir üzerinde kayıp gidiyoruz, tıpkı mavnalarındaki Antonius ve Kleopatra gibi”) karşılığını buluyor romantik bir sahnede.

Huston’ın, ortalama bir Hollywood filminde bolca yaslanılacak egzotizmi dozunda kullanması filmi klasik yapan tercihlerden biri olsa gerek. Çekimlerin gerçekleştirildiği bölgenin doğallığı gerekli ve yeterli egzotizmi sağlıyor filme ve açılışta köydeki yerlileri gördüğümüz bölümler bir kenara bırakılırsa, film genellikle dozunda tutuyor egzotizmi ve rahatsız edici bir “beyaz bakış”tan uzak durabiliyor. Hikâyenin bir parça uzatılmış gibi durması ve teknedeki bazı çekimlerin stüdyoda yapıldığının belli olması gibi sorunları var filmin ama Huston’ın becerisi, iki yıldızın çekim gücü ve aralarındaki kimyayı eğlenceyi ihmal etmeden yansıtan performansları ve Cardiff’in klasik sinemanın ustalığını taşıyan görüntüleri filmi çekici yapmaya yetiyor kesinlikle. Final bölümleri, evet fazlası ile Hollywood kokuyor ama erkek kardeş rolünde İngiliz oyuncu Robert Morley’in usta karakter oyunculuğunun dikkat çektiği film Alan Gray’in bugün için bir parça fazla görkemli görünen müziğinin gücü ile de önem taşıyor. Sonuç Hollywood’un en sağlam klasiklerinden biri olmayabilir ama yine de ilgiyi kesinlikle hak ediyor.

(“Afrika Kraliçesi”)

(Visited 98 times, 1 visits today)

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir