The Great Escape – John Sturges (1963)

The_Great_escape“Kurduğumuz organizasyon, kazdığımız tüneller… bütün bunlar beni hayata bağladı. Başaramamış olsak da hiç bu kadar mutlu olmamıştım”

İkinci Dünya Savaşı sırasında bir esir kampından kaçma planları yapan müttefik askerlerinin bu planlarını gerçekleştirmelerinin hikâyesi.

1944 yılında yaşanan gerçek bir olayı anlatan ve hikâyenin kahramanlarından biri olan Avustralyalı Paul Brickhill’in yazdığı kitaptan uyarlanan bir film. James Clavell ve W.R. Burnett’ın senaryosunu yöneten John Sturges olmuş ve ortaya bir parça mekanik ilerleyen, seyri kolay ve keyifli, zengin oyuncu kadrosunun da desteklediği bir çekiciliği olan bir sonuç koymuş. Gerçekte olanların elbette “sinemasal” nedenlerle bir parça değiştirildiği film hikâyenin Amerikalı karakterlerini öne çıkarmak gibi “tahmin edilebilir” değişiklikler yapmış asıl olarak.

Steve McQueen, Richard Attenborough, James Garner, Donald Pleasance ve Charles Bronson’un da dahil olduğu zengin bir kadrosu olan film bir “erkek filmi” öncelikle. Konuşmasız rolleri olan figüranlar dışında tamamen erkek oyunculardan oluşan bir kadrosu var filmin ve anlattığı “esir kampındaki askerler ve Naziler” hikâyesinin doğası da seyredeceğimizin bir “erkek filmi” olduğunu baştan söylüyor bize. Kaçış planının yapılması, hazırlıkların gerçekleştirilmesi, kaçış gecesi ve sonrasında yaşananlar diye dört ana bölümde ilerliyor film. Elmer Bernstein’ın marş esintili müziği eşliğinde karşımıza getirilen hikâye daha önce defalarca kaçma teşebbüsünde bulunmuş müttefik subayları ve askerlerinin onların yeni bir teşebbüsünü engellemek için özel olarak inşa edilmiş bir esir kampına getirilmeleri ile başlıyor. Kampın başındaki Alman subay SS’lerden hoşlanmayan ve özel dinlenme odaları, kütüphanesi ve spor yapma yerleri olan bu özel kampın komutanlığını kimseye zarar vermeden yapmaya çalışan bir Alman olarak çizilmiş ki Amerikan sinemasının o dönemde pek de yapmadığı bir şey bu ve filme farklılık katan bir tercih olmuş açıkçası. Kamptaki diğer Alman asker ve subaylar da oldukça yumuşak profiller çiziyorlar yine alışılmadık bir şekilde. Böyle olunca, oldukça rahat ettikleri bu yerden kaçmaya çalışmaları bir fedakârlık ve kahramanlık hikâyesi oluyor müttefik askerlerinin. Sonuçta büyük ihtimalle yakalanacakları ve hayatlarına mal olacak bir girişim çünkü kaçma eylemi. Bu tuhaf durumun yanısıra ve elbette bekleneceği gibi, Amerikalı ve Büyük Britanya ağırlıklı askerlerin esir kampı ortamında bile espri yapmayı unutmamaları, cesur, tasasız ve hatta küstah olabilmeleri ve adeta izci kampındaki erkek çocuklar gibi davranabilmeleri de filmin gerçekçiliğine zarar veriyor hikâyenin gerçek olmasına rağmen.

Filmde yer alan karakterlerin ve yaşananların gerçek olduğunu ama bazı karakterlerin birkaç gerçek karakterin birleşiminden olduğunu söyleyerek başlıyor hikâye. Söylemediği ise kimi karakterlerin gerçek uyruklarının değiştirilerek Amerikanlaştırıldığı. Bu kapsamda, Steve McQueen’in beyzbol eldivenli karakteri en bariz örnek olarak gösterilebilir sanırım. Atıldığı hücredeki günlerini beyzbol topu ile oynayarak geçiren ve eldiven ve topa -bir defadan fazla- kavuşma sahnesi ise Amerikan milliyetçiliğini okşayacak şekilde vurgulanan karakterle ilgili tercihler ticari nedenlerle anlaşılır olsa da rahatsız ediyor açıkçası. Daha önemli olan ise kaçış hikâyesinin gerçekçiliği: Bir esir kampında, bu nitelikte bir kaçış planını gerçekleştirebilmek için gerekli tüm yetkinliklerin bir arada toplanması (sivil giysiler üretecek bir terzi, tünel kazma işinde usta isimler, sahte belge hazırlama ustası vb.), Almanların hemen hiç uyanmaması olan bitene ve “kahramanlarımız”ın bunca akıllı olması epey kuşku uyandırıyor hikâyenin en azından olma şeklinin doğruluğu konusunda. Sonuçta 76 kişinin kaçmayı başardığı ve çoğunun yakalandırıldığı/öldürüldüğü bir firar eylemi olmuş gerçekten de ve John Sturges’ın filmi de bu eylemi ticari sinemanın kalıpları içinde ustaca anlatıyor. Evet, oldukça mekanik ve düz ilerliyor hikâyenin kurgusu ama bu özellikle tercih edilmiş gibi duruyor ve seyirciyi hemen hiç zorlamadan, pek de tanıtmaya gerek duymadığı karakterlerinin sadece eylemlerine odaklanmasını isteyerek ve heyecanın/gerilimin tadını çıkarmasını talep ederek anlatıyor derdini filmimiz.

Steve McQueen’in çitlerin üstünden motosikleti ile atladığı sahne dışında (ki bunu da denemiş ama başaramayınca dublör kullanılmış) tüm aksiyon sahnelerini kendisinin gerçekletirdiği filmde onun Almanya’nın İsviçre’ye yakın bölgesinde ve sonsuzluğa uzanır gibi görünen kırlık alandan motoru ile kaçma sahnesi bugün 1960’lar sinemasının klasiklerinden biri olarak hatırlanıyor ve oldukça iyi çekilmiş ve kurgulanmış olması ile gerçekten de hayli başarılı görünüyor. Hayli klasik bir sinema dili kullanılan film pek inceliklerle uğraşmadan anlatıyor kahraman askerlerin hikâyesini ve başta Attenborough, McQuuen, Pleasance ve Garner’ınki olmak üzere hikayenin tonuna yakışan klasik oyunculukların ve tıkır tıkır işleyen kurgusunun da yardımı ile bu tür filmlerden hoşlananlar için gerçek bir eğlencelik olmayı beceriyor. Kusurları ne olursa olsun, Amerikan sinemasının klasiklerinden biri bu ve savaşın ortasında geçen ama onu hiç göstermeyen, bir infaz sahnesini kolaycılığa kaçmadan anlatan ve ustalıklı “zanaatkârlığı” ile dikkat çeken film görülmeyi hak ediyor kesinlikle.

(“Büyük Firar”)

The Satan Bug – John Sturges (1965)

The satan bug“Şeytan virüsüne sahip olmak bir insanı yeryüzünde Tanrı yapabilir. Bu da yeterince cazip, değil mi?”

Şavaşlarda kullanılmak üzere ölümcül virüsler üretilen bir laboratuvardan çalınan ve dünyadaki tüm canlıları öldürebilecek bir vürüsü bulmaya çalışan bir ajanın hikâyesi.

Macera ve gerilim türündeki romanları ile tanınan ve pek çok eseri sinema ve televizyona aktarılan İskoç yazar Alistair MacLean’in aynı adlı romanından senaristler James Clavell ve Edward Anhalt tarafından uyarlanan ve John Sturges’ın yönettiği bir ABD yapımı. Romanda İngiltere’de geçen olayların ABD’ye taşındığı film kameranın arkasındaki ünlü kimi isimlere rağmen özendiğinin aksine -düşük bütçeli- bir Bond filmi olmayı bir türlü başaramıyor ve gerek olay örgüsündeki boşluklar gerekse ve özellikle gerilim ve heyecanını sürekli kılamaması ve baş karakterini yeterince çekici resmedememesi nedeni ile etkileyici olamıyor. Yine de, eski usül bir macera filmi seyretmek isteyenlerin ve bu türden hoşlananların göz atmaktan pişmanlık duymayacağı bir çalışma.

Film hayli vaatkâr bir havada başlıyor. De-Patie Freleng adındaki, televizyon ve sinema eserleri için hazırladıkları animasyonlarla tanınan şirketin hazırladığı açılış jeneriği ve ona eşlik eden ünlü besteci Jerry Goldsmith’in müziği hayli çekici bir giriş yapmasını sağlıyor hikâyenin. Ne var ki bu girişten sonra, hikâye sık sık vasat bir televizyon dizisinin bir bölümü havasında ilerliyor ve kendi mütevazi ölçüleri içinde de olsa, özendiği Bond filmlerinin çekiciliğinin yanına yaklaşamıyor bir türlü. Oysa Goldsmith dışında başka ünlü isimler de var film için kameranın arkasında görev yapan. Yönetmen koltuğundaki isim 1955’de çektiği “Bad Day at Black Rock – Zafer Madalyası” ile Oscar’a aday gösterilmiş ve yine bu film ile Cannes’da yarışmış bir isim olan John Sturges örneğin. Üç yıl sonra Alistair MacLean’in bir başka romanından “Ice Station Zebra – Kutup Harekâtı” filmini de çekecek olan Sturges bu filme bir türlü bir farklılık veya farklılık bir yana yeterli derecede çekici bir dinamizm getirememiş. Görüntü yönetmenliğini üstlenen, üç Oscar ödüllü usta isim Robert Surtees de filme geniş ve boş alanlarda geçen kimi sahneler dışında, varlığını kanıtlayacak bir katkı verememiş gibi görünüyor açıkçası. Filmin aksayan bir yanı da başroldeki George Maharis’in bir ajanı pek de hatırlatmayan ve hayli duygusuz oyunu. Kahramanının sizi yanına çekemediği bir maceraya ortak olmak pek çekici olamıyor, takdir edileceği gibi.

Kendini yenileyebildiği ve yok edilemediği için “şeytan virüsü” adı verilen virüsü kaçıranın kimliği ile ilgili hikâyedeki sürprizi başarılı olan ama bir türlü sizi içine alamadığı için bu sürprizin çok da etkileyici olamadığı hikâyede “kötü” adamın kimliği üzerine değinmeler 1960’lı soğuk savaş yıllarına uygun olarak komünistlere kadar uzanıyor olsa da o yönde ilerlemiyor olaylar ve romanın/filmin takdiri hak eden yanlarından biri olarak, “kötü” adam laboratuarın tamamen ortadan kaldırılmasını talep eden biri oluyor. Burada şunu sormak gerekiyor elbette: Her ne kadar üzerinde çalıştıkları virüsün bu derece ölümcül (bir hafta içinde ABD’deki ve bir ay içinde de tüm dünyadaki canlıları yok edebilecek bir virüsten söz ediyoruz) olabileceğini onlar da öngöremese de, bilim adamlarının zaten çirkin bir olgu olan savaşın daha da çirkin bir yüzü için çalışıyor olmalarını neden hiç eleştiri konusu yapmıyor film? Aksine, ajanımızın Kore Savaşı’ndaki kahramanlıklarını da gündeme getiren milliyetçi bir söylem takınıyor film ve bu konuya hiç girmiyor.

Dünyanın en zenginlerinden biri olan ama hiç fotoğrafı olmayan (istihbarat örgütlerinin elinde bile!) bir garip milyoner adam, ele geçirdikleri ajanımızı ve yanındakileri nedense hemen öldürmeyip onlar üzerinde virüsü kullanmayı tercih eden kötü adamlar veya yanındaki iki kişiyi hemen öldürecek kadar etkileyen bir virüsün kahramanımızı hiç etkilememesi gibi inandırıcılık problemleri de var hikâyenin. Öyle ki bir sahnede ajanımız kendisini yakalayan “teröristlere” beraber ele geçirildiği kız arkadaşını giderken yanlarında götürmelerini söylüyor ve onlar da buna uyuyorlar!. Senaryonun kimi olayları görsel olarak değil de, karakterlerden birine ne olduğunu anlattırma yolu ile çözmesi de filmin lehine olmamış elbette. Bu kusurlarına karşılık filmin olumlu yönleri de var kuşkusuz: Öncelikle, “eski” macera filmlerinin özellikle belli bir yaşın üzerindekilere hissetirdiği bir aşinalık veya bir başka ifade ile nostalji duygusunu yeterince olmasa da hissettiren bir film bu. Günümüz sinemasının seyircinin sürekli olarak üzerine gelip onu sersemletmeyi hedefleyen yaklaşımından çok farklı bir havası var doğal olarak bu çalışmanın. Sturges’ın ne yazık ki sayısı yeterince çok olmayan kimi katkılarını da anmak gerekiyor. Örneğin açılış jeneriğinden ilk sahneye geçiş çok ustaca ve ilkindeki damarlara yayılan virüs imajından ikincisindeki ülkenin damarları diyebileceğimiz yollardan birinde ilerleyen bir araba imajına geçiş yaparak etkileyici bir kurgu ustalığı gösteriliyor. Sturges’ın görüntü yönetmeni Surtees’in de katkıları ile ıssız yollarda geçen sahneleri filmin genel dinamizm probleminin dışında tutabildiğini de söyleyebiliriz. Ünlü oyuncu Lee Remick’in jenerikte adı geçmeyen çok küçük bir rolde (ajanımıza “telefonunuz” var diyen garson kız) göründüğü film, çoğunlukla vasat sularda gezinse de eski filmlerin meraklıları için çekici olabilir yine de.

(“Şeytan Virüsü”)

Hour of the Gun – John Sturges (1967)

“Çocukken hep tartışırdık. Ölürken tüm hayatının gözünün önünden geçeceğini iddia ederdi. “Öyle değilmiş Wyatt” dedi”

Amerikan tarihinin önemli figürlerinden Wyatt Earp ve aralarında bir başka önemli isim olan Doc Holliday’in de bulunduğu arkadaşlarının Clanton çetesi ile mücadelelerinin hikâyesi.

Amerikalı yönetmen John Sturges’ın yine kendisinin 1957 tarihli western klasiği “Gunfight at the O.K. Corral” filminin bir bakıma devamı olarak çektiği eser, bu ilk filmde anlatılan ve sadece 30 saniye süren çatışmamın sonrasında neler olduğuna ve Earp ve arkadaşlarının Clanton ile devam eden mücadelelerine odaklanıyor. Klasik western filmlerine nazaran tarihteki gerçeklere sıkı sıkıya bağlı kalması ile dikkat çeken film belki tam da bu nedenle westernin sıkı takipçileri için yeterince “heyecanlı” olmayabilir.

Sturges’ın filmi kimi klasik western’lerin görkeminden uzak ve hani nerede ise karakter çatışması üzerinden ilerleyen bir film. Temel olarak kişisel intikam ile adaletin tesisi arasında kalan Earp’ün hikâyesini biraz fazla soğukkanlı anlatan ve fazlası ile kronolojik ve düz görünen bir anlatıma sahip olan filmin en büyük problemi yeterince hikâye içermiyor olması sanki. Hikâyeye girip çıkan kimi karakterler, örneğin Holliday’in ekibe kattığı üç adam, senaryoda herhangi bir önem taşımıyor ve varlıkları veya yoklukları akışı hiçbir şekilde etkilemiyor. Bu üç karakteri filme olayları filmin başında ilan edildiği gibi nasıl olup bitti ise o şekilde anlatma amacı ile koymuş anlaşılan senaryoyu yazan Edward Anhalt ama sinemasal bir gözle bakıldığında bu derece etkisiz olmaları seyredende de bir şeyleri kaçırdığı veya bir şeylerin eksik bırakıldığı duygusu yaratıyor ister istemez. Hikâye de işte buna benzer şekilde fazlası ile “eksik” kalmış havası veriyor çünkü yeterince sinemasal malzeme içermiyor filmin senaryosu.

Karakterleri birbirinden epey farklı görünen ama sağlam bir dostlukları olan Earp ve Holliday’i filmde James Garner ve Jason Robards, düşmanları Clanton’ı ise Robert Ryan canlandırıyor. Klasik Hollywood sinemasının bu üç büyük ismi filmi sürükleyen asıl unsurlar olarak dikkat çekiyor; hikâyenin eksikliğini de sık sık kapatıyorlar performansları ile. Robards rolünü filmin en canlı performanslarından birini vererek canlandırıyor ama Garner westernin en soğukkanlı karakterlerinden biri gibi duran Wyatt Earp’ü minimalist bir yaklaşımla ama soğukluktan da uzak durmayı başararak oynuyor; Garner’ın performasında içinde fırtınalar koptuğunu hissetmemek mümkün değil. Lucien Ballard’ın başarılı görüntüleri ve Jerry Goldsmith’in atmosfere katkıda bulunan müziği de bu oyunculuklar ile birlikte filmi ayakta tutmayı başarıyor.

“Öldürmek için rozete ihtiyacım yok” diyen karakterlerin olduğu filmde, Earp’ün bir noktadan sonra adaletin çerçevesinden çıkarak intikam arzusunun daha da katı olan çerçevesi içine kendisini hapsetmesini John Sturges’ın aksamayan ama yeterince heyecan da yaratamayan bir biçimde anlatması ve hikâyenin dramatik açıdan eksikliğinin zayıflattığı bir film bu ama bir parça çaba ile içerisine girilirse özellikle Earp karakteri üzerinden hayli çekici yanları olduğu da görülecektir. Baştaki O.K. Corral çatışması oldukça iyi sahnelenmiş olsa da bu çatışmanın öncesini bilmeyen (gerçek hikâyeyi bilmeyen veya “Gunfight at the O.K. Corral” filmini seyretmemiş) bir seyirci için sahne hikâye akışı açısından biraz havada kalıyor. Ballard’ın kamerasından karşımıza gelen ve westernlerden alışık olduğumuz doğa görüntülerinin de dozunda ve etkileyici kullanımı ile dikkat çektiğini ekleyelim. Sturges’ın filmi klasik westernlerin aksiyonuna veya tam da o sıralarda başlamış olan spagetti westernlerin barok görkemine uzak durmayı tercih eden ve zaman zaman hareketten çok düşüncenin ağır bastığı bir çalışma ve görmekte yarar var.

(“Silahların Saati”)