…A Valparaíso – Joris Ivens (1963)

“Tepe ne kadar yüksekse, insanları da bir o kadar fakirdir. Zirvede ise en fakirler yaşar. Her tepenin etrafında siyah demirden ve pastan yapılmış evler vardır. Fakirlerin kaleleridir onlar”

Şili’de dik tepeler üzerine kurulu olan Valparaíso şehrinin ve halkının, coğrafya koşulları ile biçimlenen hikâyesi.

Belgesel sinemanın en önemli isimlerinden Hollandalı Joris Ivens’in sinema dersleri vermek üzere davet edildiği Şili’de öğrencileri ile birlikte Fransa ve Şili ortak yapmı olarak çektiği bir kısa belgesel. Kırk iki tepe üzerine kurulu şehri liman bölgesindeki ve tepelerdeki yaşamların çelişkisi ile birlikte sergileyen filmin metnini Fransız sinemacı Chris Marker yazmış, seslendirmesi ise Fransız oyuncu Roger Pigaut tarafından gerçekleştirilmiş. Doğru ve haklı olanın yanında durma tercihinin kendi hükümeti ile başını derde soktuğu bir sinemacı olan Ivens her zaman emperyalizm karşıtı bir bakışla ve halklara yakın durarak çekmiş filmlerini. Burada da bu yaklaşımını koruyor Ivens ve Marker’in zaman zaman çekici bir lirizme sahip olan metninin eşliğinde Valparaíso halkının günlük yaşamını, tarihe de değinmelerde bulunarak çekici bir biçimde anlatıyor. Bir şehrin nasıl anlatılması gerektiğinin parlak örneklerinden biri olan yapıt, sinema tarihinin de en başarılı belgesellerinden biri.

Hep sola ve hümanist bir bakışa yakın durmuş bir sinemacı Joris Ivens: 1943’te Amerikalı sinemacı Frank Capra, ABD Savaş Bakanlığı için çekilen”Know Your Enemy: Japan” adlı filmin yönetmenliğinden almış Ivens’i Japonlara sempatik yaklaşıldığı gerekçesi ile; 1946’da Hollanda hükümetinin Endonezya’nın bağımsızlığı için çekilecek bir film için teklif ettiği görevi de ülkesinin emperyalist tutumu nedeni ile ret etmiş ve hatta Avustralya’daki bir sendikanın desteği ile “Indonesia Calling” adında kendi filmini çekmiş; Vietnam savaşı sırasında çektiği iki belgeselle ABD’nin bombalarının Vietnam halkına verdiği zararı anlatmış; 1967’de ise Sovyetler Birliği’nin Lenin adına verdiği barış ödülünün sahiplerinden biri olmuş. Bu örneklerin daha fazlası da var kuşkusuz sinemacının hayata ve sanatına bakışını izah etmek için kullanılabilecek. Ivens’in Fransız sinemacı Chris Marker ile yaptığı iş birliğinin sonucu olan bu belgesel ise Ivens’in dinamik kamerası, Marker’in gerçekçi bir şiirselliği olan sözleri ile oldukça başarılı ve yönetmenin sorumlu tutumunun önemli örneklerinden biri.

Şehrin tepelerdeki bölgelerini “42 tepe, 42 köy” olarak tanımlıyor belgesel. Liman bölgesi ile tepelerdeki hayatı birbirine bağlayan çok sayıda rampa, merdiven, teleferik ve bir asansörün şekillendirdiği bir hayatın sürdürüldüğü şehirde tepeler ile düzlüklerdeki hayatı iki farklı dünya olarak tanımlıyor film ve asıl olarak yoksulların oturduğu tepelerdeki günlük yaşama odaklanıyor. Erkeğinden kadınına yaşlısından çocuğuna her bireyin yukarı çıkmak, aşağı inmekle geçen günlerini “sürüp giden” hayatların sıradan rutinleri ve eğlencesi içinde özenle yakalamış film. Kameranın da teleferiklerle birlikte sık sık yukarı ve aşağı hareket ettiği yapıtta üçgen mimarisi olan evleri; İngiliz, Fransız, İspanyol ve Hollandalıların egemen olduğu dönemlerin izlerini ve liman nedeni ile şehre gelen denizcilerin bıraktığı her türlü hatırayı karşımıza getiriyor Ivens. Anlatıcı sesten 30 adet olduklarını duyduğumuz teleferiklerin (füniküler çok daha doğru bir tanımlama aslında) bugün sadece on altısı ayakta ve şehrin tek asansörü ile birlikte Şili’nin ulusal anıtları arasına alınmışlar.

Ivens şehir halkının hayatlarından farklı sahneleri taşırken perdeye, yoksulların -tepelere taşımanın zorluğundan kaynaklanan- su sorununu ve bu problemin çözülmesi için toplanan bir “halk meclisi”nin görüntülerini de getiriyor seyircinin karşısına. İlk yarısı tamamen siyah-beyaz olan film on sekizinci dakikasından itibaren renkleniyor ve daha önce sadece Georges Strouvé’nin kamerasının saptadıklarını gösterirken, o andan itibaren gravürler ve resimler aracılığı ile şehrin tarihini de anlatıyor. Sömürgeciliğe de değinen film, “Depremler, seller, yangınlar, siklonlar, yağmalar… İşte bu barışçıl insanların kaderi buydu ve henüz bitmiş de değil” dedikten hemen sonra “Uncle Sam” karakteri üzerinden ABD’ye göndermede bulunuyor. Filmden yedi yıl sonra, ülkede sosyalist bir iktidar kuran Allende’nin, başkanlığının üçüncü yılında ABD destekli bir darbe ile devrildiğini ve Şili’nin on yedi yıl boyunca faşist Pinochet tarafından yönetildiğini hatırlayınca, Ivens ve Marker’in öngörüsünü de takdir ediyorsunuz.
Çekici müziklerini Şilili besteci Gustavo Becerra-Schmidt’in hazırladığı filmde, Fransız oyuncu ve şarkıcı Germaine Montero’nun sesinden “Nous Irons à Valparaíso” (eski bir denizci şarkısı) ve bir dans sahnesinde de Şilili rock grubu Los Ramblers’den 1962’nin popüler şarkısı “El Rock del Mundial”ı da dinleme şansı buluyoruz. Bazı eleştirmenlerin Ivens’ten çok, Chris Marker’a ait olarak tanımladığı film iki usta sinemacının oldukça uyumlu çalışmasının parlak bir ürünü olarak görülmeli aslında. On dört farklı ülkede film çekmesi nedeni ile “Uçan Hollandalı” olarak anılan Ivens, çekimler öncesinde aldığı notları (“… uçurtmalar, tekne gibi üçgen şeklinde evler, eşeği ile yürüyen bir adam, sokaklar ve -dip dibe olmaları nedeni ile- mahremiyeti pek olmayan evler… Parlak güneş, evlerin tepelerde yansıyan parlak renkleri…) görüntülere aynen yansıtmış. Yönetmenin o tarihte eşi olan Eva Fiszer de bir sahnede (bir kilisenin önünde, beyaz bir elbise ile yürüyen kadın) görünürken, ünlü şair Pablo Neruda da kişisel koleksiyonundaki bazı eserlerin (harita, gravür vs.) ve çok kısa bir sahnede kendisinin görüntülenmesine izin vererek yardımcı olmuş Ivens’e.

Filmlerini “sadece bir sanat eylemi değil, eyleme geçirilmiş bir ideolojinin ve felsefenin söylemi” olarak nitelendiren Ivens’in bu bakışı burada da gösteriyor kendisini ve film Valparaíso’nun lirik bir yorumu olduğu kadar, sosyal bir eleştirinin de aracı oluyor. Kapanıştaki kaleidoskop görüntülerinin, Ivens’in şehri -kendi ifadesine göre- “Zıtlıkların kaleidoskopu” olarak görmesinin sonucu olduğunu söyleyebileceğimiz yapıtın siyah-beyazdan renkliye dönmesini ise, -şehrin “cennetteki vadi” olarak çevirebileceğimiz adından esinlenerek ifade edersek- seyirciyi siyah-beyazın romantizminden birdenbire gerçeğin içine atıverme isteği olarak yorumlayabiliriz. Gerçekten de, örneğin teleferik kabinleri siyah-beyaz bölümlerdeki halleri ile kıyaslandığında daha normal görünüyorlar göze.

Meraklısı için, Sting’in 1996 tarihli “Mercury Falling” albümünde yer alan ve Ridley Scott’ın aynı yıl çektiği “White Squall” (Dostluk Denizi) filminde kullanılan “Valparaiso” şarkısının ismini bu şehirden aldığını belirtelim son bir not olarak ve Ivens’in güçlü belgeselini her sinemaseverin görmesini ve sondaki ikonik görüntüye (teleferik kabininin camından dışarı uçuşan gelin duvağı) tanık olmasını salık verelim.

(“Valparaiso”)