“Neden tanıştığımızı bilmiyorum ya da seni neden tükenmişken bulduğumu. Ne kadar çok istesem de seni kurtaramadım. Bu çocuğu neden ailenin değil, benim yetiştirmemi istediğini bilmiyorum. Sonra ne yaptılar da onlara böyle sırtını döndün bilmiyorum. Ama önemli değil, ona bakacağıma söz verdim. Ve bakacağım, kendi çocuğum gibi”
Yalnız bir çiftçinin, evine sığınan ve kocası tarafından terk edilmiş bir hamile kadınla olan ilişkisinin hikâyesi.
Amerikalı yazar William Faulkner’ın 1940 tarihli ve aynı adı taşıyan hikâyesinden uyarlanan bir ABD yapımı. 3 kez aday gösterildiği Oscar’ı 2 kez kazanan (“To Kill a Mockingbird” (1962) ve “Tender Mercies” (1983)) Thorton Foote’un bu hikâyeye dayanarak yazdığı kendi tiyatro oyunundan yola çıkarak senaryosunu yazdığı filmi yönetmenlik kariyeri toplam altı eserden oluşan Joseph Anthony taşımış beyazperdeye. Kısıtlı bir gösterim şansı bulan film başrollerdeki Robert Duvall ve Olga Bellin’in parlak performanslar sunduğu, Duvall’in kariyerindeki en iyi eserlerden biri olduğunu söylediği, sadeliği ve gerçekçiliği ile göz dolduran, ABD’nin güneyinin havasını ve karakterlerini tam bir dürüstlükle sergileyen ve iyi yürekli bir adamın sevme yeteneği ve kapasitesinin sınırsızlığını etkileyici bir şekilde anlatan bir çalışma.
Belki seyirciden ilgi görmemesinin de etkisi ile uzun süre boyunca unutulan bu film daha sonra özellikle Robert Duvall’ın hayranları sayesinde sinemaseverlerin gündemine tekrar girebilmiş. Açılış ve kapanış dışında uzun bir geri dönüşten oluşan hikâye temel olarak bir avukatın davayı kaybetmesine neden olan bir jüri üyesinin sırrını çözmek için yaptığı araştırmada öğrendiklerini anlatıyor. Bir adam kızı ile birlikte kaçan bir genç adamı tüfeği ile vurarak öldürmüştür. Genç adam da silahlıdır ve çevresinde ayyaşlığı, hırsızlığı ve kavgacılığı ile bilinmektedir, hatta birisini öldürdüğü yolunda söylentiler de vardır. Mahkemedeki herkes gibi jüri de katilin serbest bırakılması gerektiğini düşünmesine rağmen, tek bir jüri üyesi bunu onaylamayacağını söyler ve inadı ile davanın düşmesine neden olur.
Mississippi’de geçen ve çekimleri de orada gerçekleştirilen bu hikâye daha ilk diyaloglardaki ağır aksanlar ile ABD’nin güneyine ait bir hikâye olduğunu gösteriyor. Irwin Stahl imzalı, dozunda ve yerinde kullanılan orijinal müziklerin de desteklediği bu havanın bir diğer ve asıl güneyli unsuru ise Robert Duvall’in canlandırdığı Jackson Fentry karakteri. Oyuncunun Mississippi’deki Ozark Mountains bölgesinde yaptığı bir yürüyüş sırasında karşılaştığı, aksanından ve derin sesinden etkilendiği bir adamdan yola çıkarak fiziksel özelliklerini oluşturduğu bu karakter babası ile kendi çiftliğinde pamuk yetiştiren, kış boyunca ise bir bıçkıhanede bekçi olarak çalışacak iyi yürekli bir adamdır. Duvall’in özellikle ses tonunda yakaladığı farklılık, duygularını nerede ise hiç belli etmeyen yüzü ile birleştiğinde karşımıza çok ilginç bir portre çıkarıyor ve oyuncunun sakin ama güçlü performansı filme çok büyük bir değer katıyor. Set tasarımının ve kostüm çalışmasının da başarısı ile ortaya o denli gerçek görünen bir karakter çıkıyor ki nerede ise bir belgesel seyrettiğiniz havasına giriyorsunuz. Gerçekten de Duvall’in en güçlü performanslarından biri bu ve nerede ise hiç “oynamıyor”muş gibi görünürken bu düzeye ulaşabilmesi de onun yeteneğinin sağlam bir kanıtı. Olga Bellin ise bu tek sinema filminde -kendi bildiği gibi oynamakta diretmesi yüzünden yönetmen ile epey çatışmış olsa da- Duvall’in karşısında ezilmiyor ve onun aksine daha duygulu bir oyunculukla karakterini gerçek ve ilginç kılmayı başarıyor.
Jackson Fentry’nin kendisine kalması için gösterilen ve bıçkıhanenin çok perişan bir durumdaki kazan dairesi olan yeri içine girilebilecek bir hâle getirmesi onun karakteri için ilk gösterge olur ve evin hemen dışında baygın durumda bulduğu hamile kadına gösterdiği ilgi ve yakınlık bu göstergeyi daha ileri bir boyuta taşır. Yönetmen, Thorton Foote’un kendi oyunundan uyarladığı senaryoyu perdeye taşırken özel bir sinemasallaştırma gayreti içinde olmamış ama çıkan sonuç bunun bilinçli ve doğru bir tercih olduğunu gösteriyor. Büyük bir kısmı “ev”in içinde ve iki karakter arasındaki konuşmalarla geçen filmde iki başrol oyuncusunun önemli katkısı ile kendisini ilgi ile seyrettiriyor film ve bir tiyatro havasını hemen hiç almıyorsunuz. Fentry’nin kadına gösterdiği ve bir beklenti içermeyen desteği, saygısı ve sevgisi (“Neden burada kalmıyorsun bebeğin doğumuna kadar? İkimize de yetecek yemeğim var. Burası sıcak ve kuru”) finalde anlatıcı olan avukatın sesi ile sözlere dökülürken, adamın sevme kapasitesi gerçekten de göz yaşartacak bir düzeyde. Giydiği gömlek zaman ilerledikçe artık lime lime olurken ve yanındaki zaten güçsüz olan kadının fiziksel durumu kötüleşirken, o inatla hayata tutunuyor ve kadına da yaşam arzusunu sağlamaya ve verdiği sözü tutmaya çalışıyor. Joseph Anthony hikâyeyi gerçekliğine hiç zarar vermeyecek şekilde görüntüye dökerken, “adamın elini tuttuğu kadının yüzünü aydınlatan ışık” ve açılış sahnesi dışında müdahalede bulunmamış gibi görünüyor tanık olduğu ve bizi de tanık ettiği hayatlara. Sonlarda üç farklı nesilden erkeğin kurduğu keyifli hayat sahnelerinde ve bu hayatın yıkılmasında temposu yükselen ve dili farklılaşan sinema anlayışı ile de hoş bir zıtlık yaratıyor yönetmen.
Mahkeme sahnelerinin 1854’te inşa edilen ve bugün hâla ayakta duran tarihî bir binada çekildiği filmde bıçkıhane gerçe bir mekân ve filmde kullanılan pek çok eşya da Mississippi’deki bir müzeden getirtilmiş. Duvall ve Bellin dışındaki oyuncuların hemen tümünün bu film ile ilk ve tek performanslarını sunan ve o yörede yaşayan amatör oyuncular olması da bu bağımsız siyah-beyaz filmi doğal ve değerli kılıyor. Koşulsuz ve sürekli sevebilen bir adamın hikâyesini anlatan filmde yönetmenle birlikte dönemin yoksulluğunu vurgulayacak şekilde filmi siyah-beyaz çekmeye karar veren Alan Green’in görüntüleri esinlendiği Walker Evans fotoğraflarının başarısını sinemada tekrarlayan bir gerçekçi güzelliğe sahip. Evans’ın “Büyük Bunalım” dönemindeki yoksulluğu tüm çıplaklığı ve etkileyiciliği yakalayarak ölümsüzleştirdiği binlerce insandan ikisini anlattığını söyleyebileceğimiz bu film Faulkner’ın eserlerinde yarattığı insanları hayata oldukları gibi geçiren, alçak gönüllü ve değerli bir sinema yapıtı.