La Soga – Josh Crook (2009)

“Babanın intikamını almak için kaç kişiyi öldürdün? Bu yaptığını nasıl karşılardı sence?”

Babası uyuşturucu satıcıları tarafından öldürülen ve devlet adına gayriresmî bir tetikçi olarak çalışan bir adamın intikam hikâyesi.

ABD’li yönetmen Josh Crook’un Dominik Cumhuriyeti yapımı olarak çektiği aksiyonu bol bir suç filmi. İlk filmlerini kardeşi Jeff ile birlikte çeken Crook yönetmenliğinde sadece kendisinin adının olduğu bu ilk çalışmada filmin başrolünü de üstlenen ve Latin dünyasının popüler isimlerinden biri olan Manny Perez’in senaryosundan yola çıkmış. Perez’in büyüdüğü çevreyi kimi otobiyografik öğeleri de katarak hikâyeleştirdiği film aksiyonu ile göz dolduran, dramında ise genellikle tanıdık öğelerin etrafında dolanan bir çalışma. Sıkça kullandığı Latin esintili müzikleri ve görüntü yönetmeni Zeus Morand’ın canlı renklerle dolu çalışması ile de ilgi çekebilecek film sinema değeri açısından ise o denli parlak bir görüntü sergilemiyor.

Crook’un filmi sıkı bir girişle açılıyor. Bir yandan canlı ama yoksul sıradan insanları ve özellikle çocukların görüntülerini karşımıza getirirken bu görüntülerin içine yavaş yavaş şiddetle dolu kareleri, cesetleri, polisleri vs. yerleştiriyor ve hikâyenin yaşanacağı mekanları bize çarpıcı bir şekilde tanıtmayı beceriyor bu giriş sahnesi. Hemen ardından kahramanımızın ne ile meşgul olduğunu da öğrenmemizi sağlayan sahne geliyor karşımıza ve bu sahne aslında filmin genel olarak tüm havasını da özetliyor bize. Şiddeti göstermekten sakınmayan, aksiyonunda genel olarak aksamayan, dramı zaman zaman klişe denebilecek tanıdık öğelere başvuran bir filmle baş başa olduğumuzu anlıyoruz bu sahne ile. Perez senaryoya yozlaşmış bir hükümeti ve bulaştığı yasadışı işleri ekleyerek bir politik eleştiriye de soyunmuş ama bu eleştirilerde yeni bir şey yok açıkçası. General olarak adlandırılan polis şefinin şahsında toplanmış gibi görünüyor bu devlet içindeki yozlaşma ve gösterilenden bir düzen eleştirisine gitmek pek kolay değil. Bu yozlaşma öğeleri daha çok kahramanımızın “kullanıldığının” farkına varmasının aracı oluyorlar ve o bağlamda da işlerini görüyorlar açıkçası. Bunun dışında senaryonun zaman zaman altını çizmesine rağmen dramını yeterince güçlü kılamadığını da söylemek gerek. Bunun temel nedeni gerek hikâye gelişiminde gerekse kimi diyaloglarda fazla tanıdık bir havanın hissedilmesi.

Crook zaman zaman başvurduğu yavaşlatılmış görüntülerle filmin dramını artırmayı başarmış ama bu tercihin başvurulduğu her anın doğru seçilmiş olduğunu söylemek pek mümkün değil. Geriye dönüşlerde siyah(kahverengine yakın bir siyah bu) ve beyaz tercihi ise fazlası ile kullanılmış bir yöntem olarak arzulanan kadar etki yaratmıyor. Yine de kahramanımızın küçükken kasap babası ile birlikte bir domuzu kanını ziyan etmeyecek şekilde öldürmesi ve hızlandırılmış görüntüler ile sergilenen domuzu parçalama sahnesi başta olmak üzere bu geriye dönüşlerde kimi zaman etkili anlar da yakalamıyor değil Crook. Filmin zaman zaman hayli sertleşen sahnelerinin de bir örneği bu etkileyici ama rahatsız edici anlar. Çocukken hassas olan adamın büyüdüğünde neden vejetaryen olduğunu da anlamamızı sağlıyor bu sahneler demek de mümkün aslında. Evet, kahramanımız bir kasabın oğlu, intikam adına “hak eden” tüm kötü adamları gözünün yaşına bakmadan yargısız infaz ile cezalandırıyor ama asla et yemiyor, özellikle domuzlara olan sevgisi yüzünden. Domuzların hikâyede ciddi bir yeri var. Kimi zaman şiddetin kurbanı olarak acı çekerken, kimi zaman büyüyünce kaybettiğimiz çocuk masumiyetinin sembolü olarak ama en çok da dünyadaki tüm bu kötülüklere akıl sır erdiremeden şaşkınlık dolu bakışlarla tanık olan bir canlı olarak geliyorlar karşımıza ve filmin de en sağlam yönlerinden birini oluşturuyorlar.

Baş karakterini dikkate alınca Bir “Dirty Harry” seyredeceğimiz hissini yaratarak başlayan ama farklı bir yönde ilerleyen filmimiz, adını andığımız ilk filmde kanunların ve kanun adamlarının yöntemlerinin kötüler karşısında işe yaramadığını (veya onları yeterince cezalandırmadığını) düşünen ve kendi yöntemlerini uygulamaya başlayan karakterin yerine kişisel acısı nedeni ile kötülerin peşine düşen ve yozlaşmış bir yönetimin elinde pis işleri yapan bir oyuncağa dönüştüğünü fark eden bir karakteri koyuyor temel olarak. “Dirty Harry” faşizan öğeler barındırması nedeni ile hayli eleştirilmiş bir filmdi; bu filmimiz ise neyse ki oralara pek uğramıyor ama yine de gerek kötüler için çizdiği resim ve özellikle de sonu ile pek de hümanist dertleri olmadığını ele veriyor. Baş roldeki Perez genel olarak başarılı bir performans sunuyor ama özellikle karakterinin sertlikten uzak olduğu sahnelerde kendi yazdığı hikâyenin zayıf anlarının kurbanı oluyor. Kahramanımızın baş düşmanı Rafa’yı canlandıran tecrübeli oyuncu Paul Calderon’un performansı ise onun sıkı karakter oyunculuğunun başka bir örneği. Özetle, kusurlarına rağmen sağlam aksiyonu, görüntülerinin zaman zaman kazandığı şiirselliği ve çok derinlere gitmese de devletlerin yozlaşmışlığı üzerine gösterdikleri (özellikle pedofil bir karakterle ilgili sahne gerçekten yüreğe dokunuyor) ile ilgiyi hak eden bir film.

(“The Butcher’s Son”)