Frida – Julie Taymor (2002)

Frida“Onun eserleri hem iğneleyici hem yumuşaktır, çelik kadar sert ve kelebek kanadı kadar da ince; bir gülümseme kadar sevimli ve hayatın hoşnutsuzluğu kadar da zalimdir. Daha önce hiçbir kadının böylesine acılı şiirleri tuvale dökebildiğini sanmıyorum”

Meksikalı sürrealist ressam Frida Kahlo’nun hayat hikâyesi.

Hayden Herrera’nın Frida Kahlo’yu sanatı ve duvar resimleri ve freskleri ile ünlü ve yine bir Meksikalı olan Diego Rivera ile ilişkisi üzerinden anlatan biyografi kitabından uyarlanan filmin senaryosunu Herrera ile birlikte Clancy Sigal, Diane Lake, Gregory Nava ve Anna Thomas yazmış, yönetmen koltuğunda oturan isim ise Julie Taymor. Salma Hayek’in Frida karakterini kendisini epey vererek oynadığı filmde Rivera rolünde ise bir başka ünlü oyuncu, Alfred Molina var. Görsel yönden hayli güçlü olan film, Frida Kahlo’nun eserlerini canlandırırken, sanatçının kendisinin, eserlerinin ve yaşadığı dönemin renklerini ve esin kaynaklarını karşımıza getirirken oldukça başarılı; buna karşılık senaryosundaki kimi ciddi sıkıntılar sanatçının sanatını ve acılarını anlamakta hemen hiç yardımcı olmuyor ve film sık sık alışılmış biyografi filmlerinden öteye geçemeyen bir düzeyde kalıyor sık sık.

Yönetmen Julie Taymor hikâyesine sıkı bir giriş yapıyor ve daha sonra gerek tramvay kazası sahnesinde gerekse animasyonların yardımına başvurduğu bölümlerin tümünde güçlü bir etki yakalayarak seyir keyfi sunuyor seyredene. Kaza sahnesi (tüm o altın tozları ve kurgusu ile gerçekten çok etkileyici) ve sonrasındaki animasyon çok başarılı ve yönetmen adına ciddi bir başarıyı gösteriyor. Ne var ki film bu sahnelere ve dinamizmine rağmen zaman zaman ortalama bir biyografi filminden de öteye geçemiyor. Bu problemin temel kaynağı ise senaryosu olmuş gibi görünüyor. Resim sanatının bu ilginç ve eserleri ile sanat tarihine kalıcı bir iz bırakmış kişiliğini hayli olaylarla, acılarla ve ilişkilerle dolu hayatının tüm yönleri ile anlatmaya soyunmuş hikâye ve nerede ise hayatındaki tüm önemli olayları birer birer karşımıza getiren bir anekdotlar zincirine dönüşmüş. Bununla da yetinmeyen hikâye, Geoffrey Rush’ın şaşırtacak denli vasat bir oyunculuk ile canlandırdiği Troçki’yi ve suikastini, sanatçı ve eşinin ABD’de Rockefeller ile olan macerasını ve daha benzer -kendi içinde zaten hayli önemli ve büyük olan- pek çok olayı daha almış bünyesine ve ortaya hayli dolu ve bu yüzden de seyircinin sanatçıya ve sanatına konsanstre olmasını zorlaştıran bir sonuç çıkmış.

Filmin üslubu da bir çelişki barındırıyor: Filmin yarısında fazlası ile klasik bir sinema dili kullanılırken, animasyonlu bölümler başta olmak üzere diğer yarısında hayli dinamik ve üslupçu olarak nitelendirilebilecek bir hava var. Bu iki farklı yaklaşımın bir arada olması değil problem olan; problem iki üslubun her zaman yeterince uyum içinde kurgulanmamış olmasından kaynaklanıyor. Filmin bir diğer sıkıntısı da İngilizce olması. Meksika’ya bu denli ait olan bir sanatçının yerel motiflerle bu denli örülmüş hayatını anlatan bir filmin -kimileri İspanyolca aksanlı konuşan oyuncularla üstelik- İngilizce çekilmiş olması hikâyenin gerçekçiliğine zarar veriyor doğal olarak. Bir başka önemli problem de sanatçının geçirdiği kazadan sonra yaşadığı ve tüm bir ömür süren fiziksel acılarını bazen tamamı ile unutması filmin ve bunu hatırladığında da konuyu nerede ise unutturduğu seyirciyi olumsuz anlamda şaşırtması. Gördüğü her kadınla yatan bir adamla evli ve ona tutku ile aşık olan kadının evliliği birey olarak kadının hikâyesinin önüne geçmiş görünüyor ve bu tercihin doğruluğu da tartışmalı açıkçası. Filmin çizdiği resim dikkate alındığında pek de tutku ile bağlanılacak bir adam gibi görünmüyor Diego Rivera ve bu da bir sıkıntı yaratıyor filme ısınmakta.

Salma Hayek yapımcıları arasında olduğu filmde Frida karakterini güçlü bir biçimde oynuyor ve bu ilginç karakteri hikâyenin tüm aksaklıklarına rağmen gerçek ve elle tutulur kılmayı başarıyor. Bu role Madonna’nın da talip olduğunu düşünürsek, Hayek’in kıymeti daha iyi anlaşılır diye düşünüyorum! Elliot Goldenthal’in ödül kazanan ve filmin anlattığı dünyaya çok yakışan müziği, Rodrigo Prieto’nun muhteşem görüntü çalışması, kapanış jeneriği sırasında dinlediğimiz “Burn It Blue” şarkısı gibi hayli çekici unsurları barındıran film bir yarım başarı diye özetlenebilir. Troçki ile Frida Kahlo arasındaki ikili sahnelerde olduğu gibi vasatın bile altına düşen sahnelerden, yukarıda sözünü edilen görsel oyunlarda olduğu gibi çok parlak bir düzeye ulaşan sahnelere gelip giden bir film bu. Sonuçta muhteşem bir sanatçının hayatı var karşımızda ve acılarının şiirini resme dönüştürebilen bir kadının hayatına ilgisiz kalmak mümkün değil. Tüm o görsel başarısının örneklerinden biri olan ve Hayek’in Ashley Judd ile hayli erotik bir tango yaptığı sahne bile filmi görmek için tek başına yeterli ki filmde bunlardan epeyce var.