The Invitation – Karyn Kusama (2015)

“Sorun değil, alınmadım. Birçok insan bizim çılgın olduğumuzu düşünüyor zaten. Bense onların bizim kadar mutlu olduğundan şüpheliyim”

Boşandığı ve iki yıldır görmediği eşinden bir akşam yemeği daveti alan bir adam ve yeni kız arkadaşının gittikleri evde karşılaştıkları tuhaf olayların hikâyesi.

Yönetmenliğe 2000’de çektiği “Girlfight – Kız Dövüşü” ile iyi bir giriş yapan Karyn Kusama’nın altı yıl aradan sonra çektiği ilk sinema filmi olan bu çalışma küçük bir stüdyo tarafından küçük bir bütçe ile çekilen ve kısıtlı sayıda sinema salonunda gösterime girebilen, gizemli unsurları da olan bir gerilim / korku hikâyesi. Senaryosunu Phil Hay ve Matt Manfredi’nin yazdığı film seyirciyi de karakterlerini de belirsizlik ve merak duygusu ile elinde tutmayı deneyen (ve bunu çoğunlukla da başaran), hayli zayıf yönleri ile aynı ölçüde güçlü yönleri birilikte barındıran ve uzun süre hikâyeye hâkim olan gerilim atmosferi ve imalarının yerine finalde hayli sert bir doğrudan şiddeti koyan ilginç bir çalışma. Kimi inandırıcılık problemleri de olan film kalıcı ve güçlü bir iz bırakmasa da ilgi ile izlenebilir.

Gerilim filmlerini güçlü kılan önemli unsurlardan biri hikâyenin seyirciyi gerçeğin ne olduğu konusunda ikilemde bırakması ve bu ikilemi karakterlerine de (en azından bir kısmına) yaşatabilmesi. Bu hikâye de deniyor bunu; sonuç tam bir başarı sayılamaz çünkü sıkı bir sinema seyircisinin hikâyenin kahramanının tereddüdünü uzun süre yaşamayacağı ve gerçeğe çok daha çabuk ulaşacağı açık. Yine de belirsizliğin filme bir seyir zevki kattığını ve hikâyeyi ilginç kıldığını söyleyebiliriz rahatlıkla. Benzer bir sorun hikâyenin inandırıcılık konusundaki performansında da var. “Cep telefonunun çekmemesi” belki şu ya da bu şekilde açıklanabilir ama bir kişinin zaten gitmeye çok da istekli olmadığı bir mekânı tüm o kuşkularına rağmen neden bir türlü terk etmediğinin herhangi bir açıklaması yok; daha doğrusu var ama o açıklama da (“O zaman anlatacak bir hikâye olmazdı”) seyirci olarak bizi bağlamıyor elbette.

Filmin sıkıntılarından devam edersek, oyunculukların genellikle “idare eder” bir düzeyde kaldığını ve kapalı bir mekânda geçmesi nedeni ile oyunculara sunabileceği potansiyeli yeteri kadar yaratamayan senaryoya oyuncuların da uyması yüzünden hikâyenin bu açıdan güçlü bir çekicilik yaratamadığını söylemek gerekiyor. Diğer oyuncuların en fazla yeterli olarak görülebilecek performanslarına başroldeki Logan Marshall-Green’in de uyması özellikle filmin ilk yarısında hayli yapay duran bir “cool” atmosferin doğmasına yol açıyor. Bu yarı boyunca sık sık şu hisse kapılıyorsunuz: Marshall-Green’in canlandırdığı Will karakteri ve hikâyenin kendisi bizim bir türlü sezemediğimiz ve bu nedenle de ortak olamadığımız bir “büyülü” hava varmış gibi davranıyor ve bir parça “burnu havada” görünüyor filmin atmosferi. Neyse ki hikâye ilerledikçe bu olumsuz his yavaş yavaş azalıyor ve filmin yaratıcılarının bu zorlama çabasına rağmen film kendisini konusunun ilginçliği sayesinde seyretttirmeyi başarıyor. Son bir not olarak, baştaki kaza sahnesinin beklenmedikliği ile etkilemesine ve zaten gerilimli olan iki karakterin bu ruh hallerini daha da artırmasına rağmen, bir parça gereksiz ve klişe olduğunu da eklemek gerekiyor.

Yukarıda sıralanan problemlere rağmen Kusama -elindeki senaryoyu olabildiğince en iyi şekilde değerlendirerek- ortaya ilgi çeken bir film çıkarmayı başarıyor. Kamera açıları, hatırlanan geçmiş anları ve “İçimde hapsolmuş bir çığlık gibi “ ifadesi ile tanımlanan travmayı aksamayan ve arada etkileyici de olabilen bir şekilde gösterebilmesi ile filme önemli bir değer katıyor. Acı ve kederi inançla yok etmeye soyunan karakterlerin “spiritüel” arayışlarının sonuçları olarak da tanımlayabileceğimiz hikâyede, travmayı bastırmakla onunla riskli yollarla baş etmeye çalışmanın çatışmasını seyirciyi şaşırtarak anlatmayı deneyen hikâyede suçluluk duygusunu da özellikle ikinci yarıda elle tutulur kılmayı başarıyor Kusama. Başlarda sakinlik içinde, gerilimini atmosferi üzerinden dolaylı olarak inşa etmeye soyunan filmin sonlarda tam bir kan gölü yaratmasının rahatsız ediciliğini azaltan da yine yönetmenin bu sahnelerin altından başarı ile kalkabilmesinin sonucu.

Belki de acıları aşmaya gayret etmenin anlamsızlığını dile getiren ve hemen tamamı bir evin içinde geçen film finalde tüm bir şehri (Los Angeles’ı) içine alan sürprizi ile etkileyici bir kapanışa sahip olurken, Kusama’nın hikâyenin baş karakterinin inancında yalnız kalmasını çarpıcı bir şekilde sergileyebilmesi ile de ilgiyi hak eden, kusurlarına rağmen ilginç bir sinema yapıtı.