“Yine her zamanki gibi bir gündü. Dünya ne güzel diyordum ama her an ölebilirdim”
İkinci Dünya Savaşı’nın sonuna doğru teslim olmak isteyen bir grup Alman askeri ile karşılaşan altı Amerikalı askerin hikâyesi.
Oyuncu ve yönetmen Keith Gordon’un 1988’de “The Chocolate War” ile başladığı yönetmenlik kariyerindeki ikinci çalışması. Savaş içinde geçmesine rağmen bombalar ve ölümden çok bireylere odaklanan film anti-militarist görünümü ile dikkat çekiyor ama doğrudan ve alışılagelmiş bir savaş aleyhtarlığı yerine pasifizmin öne çıktığı mesajı ile asıl ilgiyi topluyor. Başarılı bir sinema uyarlaması da olan ilk romanı “The Birdy” adlı eserini 53 yaşında basan William Wharton’ın aynı adlı romanından yönetmen Keith Gordon’ın yazdığı senaryo hikâyesini eli yüzü düzgün bir şekilde anlatan filme kaynaklık ediyor ve o dönemin altı genç oyuncusunun belki çok öne çıkmadığı ama görevlerini yerine getirdiklerine ikna eden performansları ile kendisini seyrettiriyor.
Altı askerden birinin zaman zaman anlatıcılık rolünü üstlendiği filmde bu askerin ağzından duyduklarımız belki çok fazla çarpıcı cümleler içermiyor ama hem dozunda tutulmaları hem de basitliğin içindeki çarpıcılıkları ile dikkati çekiyorlar. Gerek bu cümleler gerekse hikâye bu askerleri abartılı sözlerle süslenmiş bir maceranın içinde göstererek klasik anti-militarist söylemlere kaynaklık etmiyor. Bunun yerine savaşın varlığını kabullenen (ama elbette insanlık tarihine bakıldığında kaçınılmaz bir kötülük olarak gördüğü için) ve tek direniş yöntemi olarak pasifizme işaret eden bir bakış sergiliyor. Filmin bu söylemini sinemasal açıdan belki çok etkili olmayan ama alçak gönüllü ve sıcak bir tonda seslendirdiğini belirtmek gerek. Sonuçta filmin savaş ve noel kavramlarını birleştirerek zaman zaman klişelere yöneldiğini de söylemeli ama tıpkı Christian Carion’un 2005 tarihli ve yakın bir hikâyesi olan “Joyeux Noёl” filmindeki gibi klişelerin içinden de dürüst mesajların çıkartılabileceğini gösteriyor bu film seyirciye.
Ölen askerlerden birinin cenazesinin arkadaşları tarafından yıkandığı sahne veya yağan karın altında birbirine tüfekler gibi çatılmış ve biri Amerikalı diğeri Alman iki askerin bedenleri gibi görüntüler hayli sembolik olsa da yönetmen Keith Gordon öncelikle oyuncularından aldığı ve tam bir takım oyunu performansı ile filmini samimi kılmayı başarıyor. Tedirginlik ve korku içinde nöbet tutan askerlerin görüntüsünün bir süre sonra “düşmanları” ile kartopu oynayan asker görüntülerine dönüşmesi örneğin ancak oyuncularının doğal performansları ve yönetmenin bu absürt görünebilecek kareleri gerçekçi kılan mizansen anlayışı ile açıklanabilir. İyi planlanmış ve barışçıl bir çözüm için umut yaratan planın tepetaklak olduğu sahne ise ilk bakışta bir yanlış anlamanın nasıl büyük trajedilere yol açabileceğinin hikâyesi gibi görünüyor ama aslında gösterilen adına savaş denen büyük insanlık suçuna ve onun aracı olan ölüm makinelerine karşı verilen barış mücadelesinin ne kadar kırılgan ve kazanmaya ne kadar uzak olduğu. Bu da iç acıtan bir resim elbette ve filmin de başarılı karelerinin oluşturduğu bir resim bu.
Kızgınlığını, fikirlerini ve söylemini yüksek sesle değil sessiz bir şekilde aktarmayı tercih eden film, benzer şekilde güzel değil doğru görüntülerin peşinde koşan ve elde eden görüntü yönetimi ile de ilgiyi hak ediyor. Belki daha güçlü bir sinema dili ile daha da çarpıcı olabilecek bir film karşımızdaki ama ne olduğunu ve nereden geldiğini anlamadıkları seslerin kaynağını ve amacını keşfetmeye çalışan genç askerlerin tedirginliğinde olduğu gibi gerilimli sessizliği hem filmi çekici kılıyor hem de barışın çok uzaklarda olduğunu acılı bir dille aktarmayı başarıyor. Filmin adının farklı Noel şarkılarında söz olarak yer alan ve filmde de seslendirilen “It Came Upon the Midnight Clear” adlı şiirden alındığını da belirtelim son olarak.
(“Cesaretin Bedeli”)