“Şunu unutma: Türk kılıcı kınından çıkmayagörsün, bir daha girmez kınına”
Osmanlıların Macaristan’daki Estergon Kalesi’ni fethetmelerinin hikâyesi.
Senaryosunu Adem Ayral ve Nilüfer Badur’un yazdığı, yönetmenliğini Kemal Kan’ın yaptığı bir Türkiye yapımı. Osmanlı tarihinde önemli bir yeri olan bir fethi Yeşilçam’ın kaba ve propaganda havalı milliyetçiliğinin tüm klişeleri ile birlikte anlatan film, sondaki uzunca “kaleye saldırı” bölümünde belli bir başarı yakalasa da, senaryodan oyunculuklara ve yönetmenliğe hemen her anında vasata dahi erişemeyen bir yapıt. Günümüz Türkiyesi’ndeki din soslu ve ırkçılığa uzanmaktan çekinmeyen milliyetçiliği besleyen damarlardan biri olan Yeşilçam’ın bu tür filmlerinin örneklerinden biri olan çalışma, içeriği ile “Malkoçoğlu”, “Battal Gazi” ve “Kara Murat” adlı eserlerden de geriye düşen, “kahpe gâvurlara karşı Müslüman Türk kahramanlar”ın öyküsünü tarihe de, sanata da hayli ters düşerek anlatan ve belki “eğlenmek” için ama en çok da halimize üzülmek için seyredilebilecek bir sinema eseri.
Yeşilçam Estergon’un fethini Kemal Kan’dan önce, 1950 yılında Yavuz Sanemoğlu’nun eserinden Fikri Rutkay’ın uyarladığı senaryo ve Vedat Örfi Bengü’nün yönetmenliği ile daha önce de taşımıştı beyazperdeye “Estergon Kalesi” ismi ile. “Estergon Kal’ası” türküsünün doğuşunu da hikâyesine katan bu Kemal Kan filmi ise 1970’lerde bolca çekilen ve özellikle Cüneyt Arkın’ın geniş kitleler nezdinde popülaritesini hayli artıran yapıtların bir benzeri ama hem sineması hem içeriği ile onların bile hayli gerisinde kalıyor. Başrolünde Serdar Gökhan’ın yer aldığı filmin kusurlarının çoğu Yeşilçam’ın benzer tarihî filmlerinde görülen türden ama onları olumsuz anlamda bir adım daha ileri taşımış görünüyor.
Evet, Yeşilçam’ın her tarihî filminde olduğu gibi kostümler terzinin elinden yeni çıkmışlıklarını kanıtlayan bir şekilde pırıl pırıl; öyle ki uzun süredir cezaevinde olan ve işkence gören bir karakterin kıyafetleri bile farklı yerlerinden yırtılmış olsa da, yeni olduklarını bas bas bağırıyorlar. Başta Feri Cansel olmak üzere oyuncu kadrosunun önemli bir kısmının (en azından aksamamayı başaran Serdar Gökhan ve Cafer rolündeki Kâzım Kartal hariç demek mümkün) abartılı performansları da bir Yeşilçam filmi seyrettiğimizi hiç unutmamamızı sağlıyor. Türkân Şoray’ın, Yeşilçam’ın “işinin ehli” yönetmenlerinin yönlendirmesi ile düştüğü tuzağın sonucu olan vurgulu performanslarını bir adım daha ileri taşıyan Cansel ona olan fiziksel benzerliğinin de etkisi ile abartının uç noktalarına uğrayan bir Şoray havası yaratıyor sık sık. Şefik Döğen de âşık rolünde “dışavurumcu” bir duygusallık içeren performansı ile ondan geri kalmıyor açıkçası.
Filmin asıl sorunu tam bir “hain gâvura karşı müslüman Türk” hikâyesi anlatması ve bunu yaparken de en uç noktalara gitmeye özellikle soyunması. Öykünün başından sonuna yabancıların ne kadar kötü, korkak ve ahlaksız olduğunu, Osmanlıların ise ne kadar âdil, yüce gönüllü ve cesur olduğunun örnekleri geliyor karşımıza. Örneğin Hristiyanları, namaz kılmakta olan müslümanları, üstelik de arkalarından ateş ederek katlederken görüyoruz bir sahnede; daha sonraki bir başka sahnede ise “Türklerin ruhanî kisvesi olanlara saygı gösterdiği” dile getiriliyor üstelik de bir Hristiyan soylunun ağzından. Türklerin üstünlüğünü cinselliğe de taşıyor film tam bir arsızlık içinde; “Avrupa’da bilindiği gibi, Türk erkekleri güzel kadınlarımızı kandırabilecek her türlü hünerlere sahip bulunmaktadır” diyor yine bir Batılı ve bir soylunun, hikâyenin kahramanı Çal Hasan’a (tarihte var olmayan bir karakter) duyduğu düşmanlığın nerede ise asıl nedeni olarak bu Türk erkeğinin onun karısının yatak odasına girmesi gösteriliyor. Bu soylunun onlarca erkek içinde Çal Hasan’a karısı ile yatıp yatmadığını sorması ise senaristlerin mizahın peşine düşmeden yarattıkları komedinin örneklerinden biri olarak acı acı güldürebilir seyirciyi. Hasan’ın seks gücünü ve onunla yaşadığı orgazmı şehvetle hatırlayan yabancı kadın ise gazetelerimizde bir zamanlar bolca gördüğümüz “Helga Türk erkeklerine bayılıyor” veya “Esmer Türk erkekleri Alman kızlarının aklını çeldi” vb. manşetleri hatırlatıyor.
Bu ve benzeri filmlerin, tüm fetihlere ve savaşlara Türklerin haklılığı noktasından bakması belki de içeriklerinin en sıkıntılı yanı. Çal Hasan, nedense peygamberle ile ilgili suret yasağını hatırlatacak şekilde yüzü hiç gösterilmeyen Kanuni Sultan Süleyman’a “Şevketli padişahım, Estergon kâfiri irade ve buyruklarınızı kabul etmeyip, karşı geldi” diyor; Osmanlı’nın buyruğuna girmek -elbette- gönüllü olarak kabul edilmesi gereken bir durum olarak görüldüğü için senaryoda yer alan bir cümle bu. Kosova Savaşı’ndan sonra 1. Murat’ı savaş meydanında öldüren Sırp Miloş Obiliç’in okul kitaplarımızda “kötü” olarak çizildiğini düşününce (oysa aynı kişi Sırplar için bir kahraman doğal olarak) Yeşilçam’ın hangi zihniyetten beslendiğini ve beslediğini anlıyorsunuz.
Mehter marşlarını bol bol dinlediğimiz filmde bir tarihsel problem de var: 4. Murat dönemine ait olduğuna inanılan “Hücum Marşı” yaklaşık 110 yıl önceki bir dönemi anlatan bu hikâyede kullanılmış; kuşkusuz Yeşilçam için bir kusur bile sayılmaz bu. Bir başka kronoloji problemi daha var filmde; Çal Hasan’a hikâyenin sonunda Böğürdelen Kalesi’nin fethi görevi veriliyor bir devam filmini de ima edercesine. Estergon Kalesi’nin 1543’te, Böğürdelen’in ise ondan 22 yıl önce 1521’de fethedildiğini düşününce bu kadar bariz bir hatanın neden ve nasıl yapıldığını anlamak zor. Bu arada meraklısı için, Yeşilçam’ın gerçekten de Serdar Gökhan ile daha sonra bir Çal Hasan filmi daha (“Turhanoğlu – Çal Hasan”, Yılmaz Atadeniz, 1975) çektiğini ama o filmde İspanya’daki esir müslümanları kurtarmaya giden ve orada -elbette- bir İspanyol kızla aşk yaşayan bir akıncının hikâyesinin anlatıldığını hatırlatalım.
“Türk ölür, sırrını hiç kimseye vermez”, “Türk vatanı, namusu ve şerefi için seve seve ölür” veya “Türk beylerinin hizmetinde olanlar sadık kişilerdir, bizimkiler gibi hain değildirler” gibi cümlelerin uçuşup durduğu filmde dövüş sahnelerinin başarısız ve yanlış koreografileri, sahneler arası geçişlerin süreklilik duygusunu yok edecek şekilde problemli olması, zaman zaman dinlediğimiz anlatıcı sesin gereksiz tarih dersleri vermesi ve süreyi uzatmaktan başka bir işlevi olmayan ordu yürüyüş sahnelerinin uzunluğu gibi problemler de var. Filmin hakkının verilmesi gereken yanı ise sondaki fetih bölümü; bu bölüm kurgusu, teknik becerisi ve yönetmenlik çalışması ile aslında vasat bir düzeyde olsa da, filmin geri kalanı ile karşılaştırıldığında bir “başarı” örneği olarak görülebilir. Tüm filme bu biçimsel düzey hâkim olabilse, içeriğin ciddi sorunu bir yana, en azından seyri keyif veren bir sonuç çıkabilirmiş ortaya.
Cuma namazını Estergon’da camiye çevirilecek kilisede kılma planının günümüz iktidarının Şam’daki Emevi Camii’nde namaz kılma söylemini hatırlatması ülke milliyetçiliğinin düzeyinde herhangi bir değişiklik olmadığını gösteriyor bize maalesef. Osmanlılar 1543’te fethettikleri Estergon Kalesi’ni 1594’te küçük bir ordu ile ve zor şartlarda çarpışarak Alman, Leh ve Venediklilerden oluşan bir orduya kaybetmişler. 1605’te tekrar ele geçirdikleri kale 1683’te sonsuza kadar çıkmış Türklerin elinden. Osmanlı tarihinde önemli bir yeri ve halk türkülerinin konusu olan kalenin bu ilginç macerası bir gün çok daha düzeyli bir filmde karşımıza çıkar mı bilinmez ama o zamana kadar bu yavan propaganda filmi ile yetinmek durumunda sinemaseverler.
(“Akma Tuna”)