Bread and Roses – Ken Loach (2000)

“Bir arada olmamız bana unuttuğumuz bir şeyi hatırlatıyor. Birlikteyken sandığımızdan çok daha güçlüyüz. Daima”

Kaliforniya’da ofis temizlik işinde çalışan Meksika kökenlilerin sendikalaşma hikâyesi.

İngiliz yönetmen Ken Loach’tan yoksulluk, sömürü, liberal ekonomik düzenin kurbanları ve genel olarak sosyal sorunlar üzerine bir film. Hakların ve özgürlüklerin ancak birlikte hareket edilerek elde edilebileceğini savunan film sinemasal özelliklerinden çok savundukları ile dikkat çeken ve bir parça naif senaryosu ile umudu öne çıkarmayı tercih eden bir havaya sahip.

Yoksulluk ve onun neden oldukları filmin hikâyesinin beslendiği ana kaynak olarak görünüyor filmde. Zorunlu olarak başka bir ülkede yaşamak zorunda kalmak, kaçak işçilik, işsizlik ve yüzeydeki refah görüntüsünün arkasındaki sefalet filmin her anında karşımıza çıkıyor. İnsanca yaşamak için katlanılmak zorunda kalınan tacizin her türlüsünden bireysel kurtuluş için muhbirlik yapmaya, daha azı ile yetinecek olanların varlığının neden olduğu verilen ile yetinme zorunluluğundan aşağılanmaya insan onurunu inciten pek çok muamele ve tavır filmde kol geziyor. Bu “trajik” öğeler yeterince güçlü bir şekilde gösteremiyor filmde kendisini ve bunun da iki temel nedeni var. Filme bir şey katmayan, aksine gereksiz bir yumuşamaya neden olan aşk hikâyesi ve yönetmenin filmini belki bir parça daha “eğlenceli” kılabilmek için takındığı hafif tavır.

Filmin iki baş kahramanını canlandıran Pilar Padilla ve Adrien Brody üzerlerine düşeni yapıyorlar ama özellikle dikkat çeken bir başarıları yok oyunculuklarında. Buna karşılık Padilla’nın ablasını canlandıran Elpidia Carrillo çok güçlü bir oyunculuk gösterisinde bulunuyor ve başta “itiraf” sahnesi olmak üzere göründüğü her kareye damgasını basıyor. Onun hikâyesi filmin belki daha da öne çıkarılması gereken kısmı gibi görünüyor ve örneğin “vasat sularda” gezinen bir aşk hikâyesinin yanında çok daha anlamlı duruyor. Sadece ekmeğe değil bu ekmeği kazanırken ve harcarken güllere de sahip olmak isteyen bu yoksul insanların hikâyesini anlatan Loach sanki olmasını umut ettiği bir değişimi/devrimi sunmak istiyor gibi bize. Halklara ve dayanışmaya övgüler düzen filmde direnişçilerin hedeflediklerini elde etmek için kullandıkları yöntemlerin gerçekçiliği ABD için belki tartışılabilir ama Türkiye için “saf bir umuttan” öteye gitmeyeceği açık. Vahşi veya bir başka deyişle vampir kapitalizmin en uç noktalarında yaşayan bir ülkede işçilerin direnişleri için yaptıklarının onları filmdeki gibi göreceli bir mutlu sona kavuşturmayacağı aksine çok daha vahim sonuçlar doğuracağı kuşku götürmez bir gerçek.

Gereğindan fazla yumuşak bir tavır takınılmış olsa da ve “party crash” ile yaratılan çözümlerin gerçekçiliği tartışılır olsa da, taşeronluğun vahameti üzerine çok şeyler söyleyen ve gösteren film sadece birlikte hareket etmeyi önermesi ve dayanışma güzellemesi ile bile kesinlikle ilgiyi hak eden ve Loach’ın sorumlu sanatçı kimliğinin izlerini taşıyan bir çalışma. “Besledikleri, pisliklerini temizledikleri ve her şeylerini hazır ettikleri ama yine de kendilerini görmeyen” insanlara varlıklarını gösterme telaşındaki insanları anlatan bir film kesinlikle ve elbette görülmeli.

(“Ekmek ve Güller”)

Looking for Eric – Ken Loach (2009)

“Maçları özlüyorum. Tutuklanmadan dağıtabileceğin tek yer. Başka nerede arkadaşlarınla bağıra çağıra şarkı söyleyebilirsin?”

Hayatını Eric Cantona’dan aldığı yardımlar ile yoluna koymaya çalışan bir adamın hikâyesi.

Politik filmleri ile tanınan Ken Loach’un bu kez politikanın biraz geri planda kaldığı ama alt sınıflara ve yoksullara olan odaklanması ve futboldaki endüstrileşmeye değinmesi ile elbette politik göndermeleri eksik olmayan bir film. Sonuçta Thomas Mann’ın dediği gibi: “Her şey politiktir”. Bu kez daha kişisel bir hikâyeyi anlatan Loach sorumlu sinemacı tavrını bu filmde de bir kenara koymuyor ve bir yandan alt gelir gruplarındaki insanların içinde bulunduğu kıstırılmışlığı gösterirken diğer yandan da hikâyesini bir “halkın direnişi ve ortak mücadelesi” çözümü ile bağlıyor.

Odasındaki Eric Cantona posteri ile dertleşen bir adamın Cantona’nın posterden çıkıp hayatına girmesi fantezisi ile başlayan film, kahramanımızın futbol dünyasının bu ayrıksı futbolcusundan aldığı öğütler ile raydan çıkmış görünen hayatını toparlama çabasını ele alıyor temel olarak. Aldığı öğütler ve derslerin içinde elbette en çarpıcı olanı Cantona’nın futbol hayatındaki en unutulmaz anının attığı gollerden biri ile değil, verdiği mükemmel bir gol pası ile ilişkili olduğunu öğrenmesi oluyor. Filmin başında da belirtildiği gibi her şey Eric Cantona’dan gelen güzel bir pas ile başlıyor. Sonuçta kahramanımız da hem geçmişten gelen sorunlarını hem de yeni problemlerini aldığı ve verdiği güzel paslarla çözmeye soyunuyor. Finaldeki Cantona maskeli onlarca kişinin gösterdiği mükemmel halk dayanışmasının gerçekçiliği tartışmalı şüphesiz ama sonuçta film de bir fanteziye dayanıyor. Kaldı ki Loach’un da iyimser olmaya ve seyredene öyle hissettirmeye hakkı olsa gerek.

Geçmişte korku ve panikle aldığı bir yanlış karar ile hayatı dağılan postacı Eric, özgüven, karizma ve sevgi eksikliğini futbolcu Eric aracılığı ile kapatmaya çalışırken, hem etrafındakilerin sorunlarını gidermeye hem de yüzleşmekten kaçındıkları ile artık karşı karşıya gelmeye uğraşıyor. Bu çabasında en büyük desteği ise dostlarından (kapsamı büyüterek söyleyelim, halktan) alıyor. Tüm o kişisel gelişim, motivasyon saçmalıklarının değil insanın kendi içindeki gücün ve bu gücü halkın gücü ile birleştirmesinin önemini vurgulayan film belki bu açıdan biraz fazla iyimser, fazla pembe görünebilir ama günümüz sinemasının tüm o yapaylıkları içinde birilerinin insanı hatırlaması bile filmi seyretmek için yeterince geçerli ve anlamlı bir neden. Postacı rolündeki Steve Evets Loach filmlerindeki o gerçekçi tiplemelerden birini başarı ile canlandırıyor. Manchester sokaklarında görmeyi bekleyeceğiniz sıradan bir adamı mücadelesinde sizi yanına çekecek kadar keyifli ve gerçekçi bir biçimde getiriyor perdeye. Filmde kendisini oynayan Cantona ise oldukça tutuk ve zaman zaman posterdeki görüntüsünün daha canlı olduğunu düşünebilirsiniz. Postacımızın gençlik aşkı rolündeki Stephanie Bishop filmin öne çıkan bir diğer oyuncusu.

Endüstriyel futbola ve bu dönüşüm nedeni ile kulüplerin artık biz taraftarların yani halkın değil cebi dolu bir takım adamların malı haline gelmesinden duyulan mutsuzluğu yansıtmakta da oldukça başarılı olan film yarattığı nostalji duygusu ile tüm gerçek taraftarları hüzünlendirirken, sık sık gösterdiği futbolculuğu dönemindeki gerçek Cantona görüntüleri ile aynı taraftarları coşturmayı başarıyor. Ve yine film diyor ki bize, işte ne kadar kızarsa kızsın bu duruma bir taraftar içindeki o takım sevgisinin peşinden gitmeye devam edecektir çünkü takım hayatta değiştirilemeyen tek şeydir.

Vaftiz törenindeki panik atak atmosferini, polis baskınının korkutuculuğu ve sertliğini ve bir “goool” sesinin insanı nasıl geri döndürebileceğini etkili bir şekilde gösteren film Cantona’nın bazıları oldukça naif tavsiyeleri ile ilerleyen kahramanımız aracılığı ile her zaman sandığımızdan daha fazla seçenek olduğu iddiasını veya umudunu taşıyor. Futbola bir güzelleme havası da taşıyan film, futbolun tanımadığımız insanlara coşku ile sarılabildiğimiz ender yerlerden biri olduğunu da söylüyor bize. Diğer Loach filmleri kadar doğrudan, sert ve politik değil ama sıcak, keyifli ve umut veren bir çalışma. Evet, golleri güzel ve unutulmaz kılan güzel paslardır.

(“Hayata Çalım At”)