Hanyo – Kim Ki-young (1960)

“Erkeklerin en zayıf noktasıdır bu. Yüksek bir dağ tırmanmaya, derin bir göl taş atmaya kışkırtır onları; güzel bir kız ise onların en ilkel arzularını harekete geçirir”

Bir müzik öğretmeni ve eşinin, evlerine aldıkları bir hizmetçi kızdan sonra yaşamlarının rayından çıkmasının hikâyesi.

Kim Ki-young’un yazdığı ve yönettiği bir Güney Kore yapımı. Yönetmenin aynı hikâyeyi farklı versiyonları ile iki kez daha (1971 tarihli “Hwanyeo“ ve 1982 tarihli “Hwanyeo ’82“) çekerek oluşturduğu üçlemenin ilk yapıtı olan film 2010’da da Im Sang-soo tarafından yeniden çekilmiş. Yeni yaptırmakta oldukları evleri nedeni ile maddî sıkıntıları olan bir müzik öğretmeni, eşi ve biri doğmayı bekleyen üç çocuktan oluşan bir ailenin, sürekli dikiş dikerek aile bütçesine katkı sağlamaya çalışan anneye ev işlerinde yardımcı olması için eve bir hizmetçi almaları ile gelişen olayları anlatıyor film. Gerilim ve baştan çıkarma dolu hikâyesinin arka planında, sınıf farklılıklarından cinsel arzulara ve ekonomik sıkıntıların neden olduğu sosyal problemlere uzanan farklı meselelerin yer aldığı film gösterime girdiğinde seyirciden büyük ilgi gördüğü gibi, ülke sinemasında kalıcı bir etki bırakan bir yapıt olarak da kabul ediliyor bugün. Melodramatik içeriği ve büyük bir kısmının bir evin kapalı mekânlarında geçmesinin ve akıllı kamera kullanımının sağladığı kıstırılmışlık havası ile dikkat çeken çalışma, gelişmelerin çokluğu açısından doğru dozu bir parça kaçırmış görünse de ve “eklenen” final sahnesinin anlamsızlığına rağmen görülmesi gereken bir klasik.

Martin Scorsese’nin kurucusu olduğu World Cinema Foundation’ın 2008’de restorasyonuna katkı sağlayarak yeniden ve hak ettiği bir şekilde sinemaseverlerin karşısına çıkmasına olanak sağladığı film 2019’da Oscar kazanan “Gisaengchung” (Parazit) adlı filmin yönetmeni Bong Joon-ho tarafından kendi yapıtının ilham kaynakları arasında gösterilmişti. Yağmurlu bir günde pencerenin dışından içeriyi gösteren kameranın çizdiği bir aile görüntüsü ile açılıyor bu film. Masada oturan baba bir şeyler yemekte ve gazete okumaktadır, koltuktaki hamile anne el işi yapmaktadır, biri kız iki çocuk ise yerde oturmaktadırlar “ip oyunu” (iki oyuncunun ipi parmaklara geçirerek karşılıklı farklı kombinasyonlar yarattıkları ve bizim kültürümüzde de olan bir oyun) oynamaktadırlar. İlk görüntü, karanlık ve yağmurlu bir havada dışarının tüm tehlikelerinden azade, mutlu bir ailenin kartpostalı gibidir. Adam gazetede okuduğu bir haberi gösterir karısına; bir erkeğin hizmetçisi ile zina yaptığını anlatmaktadır haber ve kadının tepkisi “erkekler umutsuz vaka” olur. Erkek karşı çıkar buna, kendi durumlarını örnek verir ve evlerinin bir üyesi gibi yaşayan hizmetçileri ile sorunsuz bir hayatları olduğunu vurgular. Kadın verilen örneğin kendi aileleri olmasından rahatsız olur ve Sang-gi Han’ın korku, gerilim, dram ve melodram havalarını içeren müziği ile açılış jeneriği başlar. Bu jenerik boyunca kamera sürekli olarak çocukların ip oyununa odaklanır ve adeta hikâyenin çatallananacağını, karakterlerin birbirleri ile çapraşık ilişkilerinin gelişeceğini ve sonsuz bir oyunun başlayacağını söyler bize.

1960 başlarında Kore’deyiz; zinanın suç ve utanç verici, bakireliğin kadınlar için evlliğin ön koşulu olduğu bir dönemdeyiz. Müzik öğretmenliği yapan yakışıklı adam ders verdiği fabrika yurdundaki kadınların gözdesidir ve bunların ikisi evli adama bir aşk mektubu yazacak kadar ileri giderler. Adam dürüst ve sadık bir kocadır, mektubu yurt idaresine götürür ve kadınlardan birinin ceza almasına neden olur ve bu kadının gölgesi, diğer kadının planları ve adamın eve aldığı hizmetçinin giriştiği oyunlar karşımıza cinsel gerilim yüklü ama aynı zamanda sosyal meseleleri hep gündemde tutan bir hikâyeye yol açar. Kim Ki-young’un senaryosu zaman zaman melodram öğelerini hayli ileriye taşımaktan ve özellikle ikinci yarısında üst üste meydana gelen gelişmelerle gerçekçiliği (ve seyirciyi) zorlamaktan da çekinmiyor senaryosunda. Olan bitende anne de dahil dört kadının da bir şekilde payının olması ve adamın neredeyse sadece baştan çıkarmaya karşı koy(a)mayan bir karakter olarak çizilmesi geleneksel bir bakışın örneği aslında ve toplumun kadınlarla ilgili “namus” beklentisinin yarattığı baskının ya da farklı taraflar arasındaki çatışmalarda sınıf farkının da özenle vurgulanması da örtemiyor tam olarak bu problemi. Sonuçta diğer tüm yan unsurlar bir yana; kadının baştan çıkaran, erkeğin ise baştan çıkarılan konumuna yerleştirildiği bir hikâye bu ve filmin yüksek görsel gücününün en çarpıcı örneklerinden biri olan sahnede etkileyici bir sembol kullanımını da görüyoruz bu av ve avcı metaforu bağlamında. Kadınla erkek sarılmışlardır birbirlerine ve çifti erkeğin sırtından çeken kamera kadının kollarının, adeta bir ahtapotun avını saran kolları gibi adamı sarmaladığını gösteriyor bize. Evdeki küçük kızın koltuk değneği kullanmasını zorunlu kılan rahatsızlığı da ev içinde yaşanacak kıstırılma, aciz kalma haline gönderme olarak görülebilir. Kim Ki-young yağmuru da tekinsiz bir atmosferin habercisi veya aracı olarak kullanmış filmde ve görünenin aksine bir şeylerin yolunda gitmediğini ya da gitmeyeceğini ima etmiş: Açılış sahnesinden mezarlık sahnesine ve zaman zaman düşen yıldırımları da kullanarak, güçlü bir şekilde yağan yağmuru filmin yüksek görsel gücüne katkı sağlayacak şekilde değerlendirmiş yönetmen. Görüntü yönetmeni Deok-jin Kim’in ustalığının her karesinde kendisini gösterdiği yapıtta, içindeki suya zehir katılmış bardağın merdivenlerden çıkarılarak üst kata götürülmesi sırasında kameranın kullanımı ise benzerleri Hitchcock filmlerinde görülebilecek türden müthiş bir başarı olarak dikkat çekiyor.

Kim Ki-young’un senaryosu ilk birkaç dakikadan sonra tam bir “av kim, avcı kim” oyunu dizisi yaratmaya başlıyor ve bu oyunun taraflarını da sürekli değiştirerek seyirciyi çılgın bir karmaşanın içine sokuyor. Bir şekilde herkesin bir suçu ya da suç işleme planı var ve her bir karakter aynı anda hem av hem avcı konumuna düşebiliyor; senaryo absürt denebilecek son açıklama sahnesi hariç, bu oyunu çekici ve inandırıcı da kılabiliyor üstelik. Burada eleştirilmesi gereken, yukarıda belirtildiği gibi, erkeğin tüm bu karakterlerin içinde, en masum denemeyecek olsa da, en az suçlu olanı olarak gösteriliyor olması. Anne karakteri bile ”kutsal” kimliğine rağmen, eleştiriden payını alıyor ve hep yeni ve kendilerine ait bir ev istemesinin olayların trajik noktalara ulaşmasındaki payı birkaç kez vurgulanıyor. Evliliğinin yıkılmaması için hırsızlığı, hatta cinayeti bile görmezden geleceğini söyleyen ama zinayı dehşetle karşılayan kadının içine düştüğü durum da onun eleştirilmesine bir araç olarak kullanılıyor. Öyle ki film eril bir bakışa sahip olanlar tarafından “erkeklerin başını kadınlar yakar” mesajı vermek için kullanılabilir rahatlıkla. Seyirci için fazla rahatsız edici olabileceği düşüncesi ile, filme eklenen son bölüm de bu kapsamda değerlendirilmeli kuşkusuz.

Oldukça edepli birkaç sahnesi dışında görsel olarak değil ama atmosfer olarak cinsellik ve erotik gerilim yüklü bir hikâye anlatıyor film. Karısının yanında yatmakta olan kocanın, bir başka kadın tarafından yatak odasından alınıp kendi yatağına götürülmesi veya erkeğin sekse zorlandığı sahne gibi farklı bölümler ve elbette hikâyenin cinsel arzular üzerinden ilerliyor olması filmi dönemine göre hayli erotik kılıyor. “Eve güzel bir genç kız almak, kaplana çiğ et sunmaya benzer” gibi muhafazakâr bakışın izlerini taşıyan içeriği, ana karakterlerden birinin uzun süre ve bir açıklama olmadan hikâyeden kaybolması, “Bedenimi alabilirsin ama ruhumu asla” gibi “arabesk” sözler ve karakterlerden birinin “Fatal Attraction” (Öldüren Cazibe, Adrian Lyne) filminde Glenn Close’un canlandırdığı karakterin manyaklığına kadar ileri götürülmesini de filmin zayıf noktaları arasına ekleyebiliriz. Kadronun hikâyenin melodramına ve gerilimine uygun performanslar sergilediği filmde hizmetçi rolündeki Eun-shim Lee, söylenenlere göre karakterinin şeytanîliğinin kurbanı olmuş ve seyirci tarafından o derece nefret edilmiş ki iki filmde daha rol aldıktan sonra çekilmiş sinema dünyasından. Son bir not olarak, evin küçük çocuğunu oynayan Sung-ki Ahn’ın sonradan ülkesinde büyük bir yıldız olduğunu ve popülerliğini hâlâ koruduğunu söyleyelim.

Kore’de, özellikle Kore savaşından sonra, ABD’nin de desteklediği otoriter yönetimlerin eli ile süratle bir tüketim toplumuna dönüşülürken yaşanan ahlakî ve toplumsal yozlaşmayı eleştiriyor aslında ve tüm o çığrından çıkan davranışlar ve tercihler de bu “tüketici” bakışa bir gönderme. Ne var ki olan bitenlerin çokluğu, dehşeti ve temposu bu göndermeyi dikkatsiz izleyiciler için zaman zaman görünmez kılabilir açıkçası. Yanlış ve hatta kötücül eylemlerlerin faillerinin ait olduğu sınıfa (bu örnekte orta sınıf ve alt sınıflar) göre değerlendirildiğini sergilemesi de aynı eleştirel bakışın sonucu elbette.

Kim Ki-young senaryoyu bir gazete haberinden yola çıkarak yazmış; bu haberin başlığı olan “Hizmetçilik yaptığı evdeki adamdan hamile kalan kadın intihar etti” hem film için hem de o dönemde süratli bir ekonomik ve toplumsal dönüşüm geçiren Kore toplumu için iyi bir sembolik özet olabilir aslında. Ev halkını oluşturan bireylerden anneyi hep geleneksel kıyafetler içinde, evin diğer üyelerini ise batılı giysilerle gösterme tercihi de yönetmenin, bu dönüşümün ortasında olunduğunun bir işareti olarak okunabilir. Benzer şekilde de başta hizmetçi kadın olmak üzere, aile için tehlike oluşturan ve “güvenli alan” olan evin dışından gelen tüm kadınların da batılı kıyafetler içinde olması filmin muhafazakâr bakışının bir uzantısı herhalde. Burada muhafazakârlık belki bir parça sert bir ifade gibi görünebilir ama senaryonun toplumsal değişim (örneğin hizmetçi kadının ulu orta sigara içişi!) karşısındaki tedirgin/tepkisel durumu da görmezden gelinemeyecek kadar açık.

(“The Housemaid”)