Kara Kafa – Korhan Yurtsever (1979)

“Almanı, İtalyanı, Arabı, Yunanı yok! Karası, sarısı, beyazı farklı değil. Biz işçiyiz, arkadaşlar. Hangi ulustan olursak olalım, kardeşiz; çünkü acılarımız, dertlerimiz bir, çünkü aynı ezilmişlikten gelmişiz. Kavgamız birbirimizle değil; bizleri bölüp parçalayan, yönetip sömürenlerle olmalı. Bu yumruklar kime sıkılacak, önce onu bilmeliyiz. Kavga edip darılacağımıza, kucaklaşıp yekvücut olalım, arkadaşlar”

Almanya’ya işçi olarak çalışmaya giden bir adam ve daha sonra yanına aldığı ailesinin yeni ülkelerinde yaşadıkları sıkıntıların ve politik bilinç kazanmalarının hikâyesi.

Senaryosunu Korhan Yurtsever, Bülent Oran, Levent Ersin ve Zehra İpşiroğlu’nun yazdığı, yönetmenliğini Yurtsever’in yaptığı bir Türkiye filmi. 1979 yılında sansür tarafından “Dost bir ülkenin onuru ile oynamak” gerekçesi ile hiç gösterime çıkarılamadan yasaklanan ve ancak 2011’de, tam 32 yıl sonra Antalya Festivali’nde seyirci ile ilk kez buluşabilen yapıt sinemamızın en politik çalışmalarından biri. 1970’lerin devrimci ve anti-faşist bakışını Almanya’daki Türkiyeli işçilerin yaşamlarına taşıyan yapıt, bir “bildiri filmi” olmayı tercih etmesi ile sinema sanatı açısından değerini düşüren ama anlattıkları ve gösterdiklerini sadece bizde değil, tüm dünya sinemasında görmenin pek mümkün olmadığı günümüzde kesinlikle dikkati hak eden bir çalışma. Almanya’ya işçi olarak gidenlerin, ailelerinin ve geride bıraktıklarının yaşamlarının kökten değişmesi, Alman Markı’nın çekiciliğinin arkasında yine bir sömürü düzeninin yatması ve bu nedenle devrimci bir mücadelenin ülkeden bağımsız ve “enternasyonal” olması ve kadının sömürüsünün düzenin doğasının kaçınılmaz bir sonucu olması gibi söylemleri odağına alan öykü politik bilinçlenme hikâyesi olarak da tanımlanabilir. Sinema açısından çeşitli problemlerine rağmen, kesinlikle ilginç ve önemli bir film.

Ülkelerine gelen Ortadoğulular ve özellikle Türkiyeliler için Almanların ırkçı bir söylem aracı olarak kullandığı “schwarzkopf” sözcüğünün Türkçe karşılığından alıyor film adını. Schwarzkopf aslında bir Alman koyun ırkının adı ve bu türün verimlliği (et, döl ve büyüme) ile bilinmesi, sözcüğün hem bir aşağılama için kullanıldığını hem de işçilerin ve ailelerinin hangi konuma yerleştirildiğini gösteriyor bize. Yurtsever’in filminde bir Türk işçinin Alman hükümetinin yaptığı çocuk yardımından dolayı, eşinin hamileliğinden mutlu olmasını eleştiriyor iş arkadaşı ve bu yardımın nedeninin kendilerine “ucuz iş gücü” yaratma hedefinin olduğunu söylüyor. Bir başka sahnede yine bu apolitik işçiye, sendikacı arkadaşı içinde bulunduğu sömürü düzenini anlatmak için koyun ve sahibi örneğini veriyor ve biraz ot biraz ilgi ile koyunun her açıdan nasıl sömürüldüğünü hatırlatıyor ona.

Korhan Yurtsever’in filmini çektiği dönemde Türkiye’de yerleşik bir sansür kurulu vardı; çekimden önce senaryonun bu kurula onaylatılması gerekiyordu ve çekimler tamamlandıktan sonra da gösterime çıkabilmek için izin alınması gerekiyordu. Bugün biçim değiştiren -Kâzım Öz’ün”Oy’una Geldik” filmine geçen hafta ticari dolaşıma girme izni verilmediğini düşününce ruhunu hep koruduğunu söyleyebileceğimiz- sansür kurulunun en mağdur ettiği yapıtlardan biri oldu Yurtsever’in filmi. Yönetmenin ifadesine göre, çekimlerin hemen tamamı Almanya’da gerçekleştirildiği için, senaryo sansür kuruluna gönderilmemiş ama Türkiye’de vizyona çıkartmak için kendilerine gönderilen kopyayı inceleyen bu makam, “Dost bir ülkenin onuruyla oynadığı” gerekçesiyle ve oy birliği ile filmin Türkiye’de gösterimini ve yurt dışına çıkarılmasını yasaklamış. Hatta yönetmen, yakın arkadaşlarının ısrarı üzerine, İstanbul’da kiraladıkları bir sinemada gece 24’ten sonra özel bir gösteri yapmak istediklerini ama polisin salonu basarak bu gösterime engel olduğunu da söylemiş bir konuşmasında. Sansürün anlamsızlığı ve saçmalığı bir yana, sunulan gerekçede Almanya’nın onurundan söz edilmesi ve muhtemelen asıl neden ya da en azından asıl nedenlerden biri olan politik içeriğin hiç anılmaması trajikomik bir durum kuşkusuz. Üstelik Yurtsever’i filmi için ilk teşvik eden ve Almanya’da yaşayan Türklerin sorunlarını anlatmasını öneren bir Alman politikacı olmuş ve çekimler sırasında Alman resmî makamlarının ciddi bir desteğini almış yönetmen. 1977’den 1981’e kadar dört yıl boyunca (Batı) Berlin’de Belediye Başkanlığı yapan ve 1 yıl boyunca da Alman Federal Konseyi’nin başkanlığını yürüten sosyal demokrat Dietrich Stobbe, Yurtsever’in ilk yönetmenlik çalışması olan başarılı filmi “Fırat’ın Cinleri”nin (1977) Berlin Festivali’ndeki gösterimi sırasında tanışmış yönetmenle ve önerisini orada yapmış.

Film için yaklaşık 6 ay Berlin’de yaşamış Yurtsever ve Türkiye’den gelen işçiler ve aileleri ile uzun süreler geçirerek oluşturmuş öyküsünü. Levent Ersin ile Zehra İpşiroğlu’nun da katkı sağladığı senaryoyu ise sinemamızın senaryo makinesi olarak tanımlayabileceğimiz Bülent Oran ile birlikte yazmış. Yeşilçam’da tüm filmlerin sessiz çekilip, sonradan dublaj yapıldığını düşününce hayli cesur bir de karar almış ve sesli çekmeye karar vermiş “Kara Kafa”yı. Yönetmenin ifadesine göre, “sesli çekim yapacak ekipmanın Türkiye’de olmadığı” zamanlarda alınan ve afişe “Tümüyle sesli olarak çekilmiştir” yazdıracak kadar önemli bu “cüretkâr” kararın biri olumlu, biri ise -dolaylı yoldan da olsa- olumsuz iki sonucu olmuş. Öyküde baştan sona hissedilen gerçeklik duygusunda sesli çekimlerin kesinlikle çok önemli bir katkısı var; filmi aynı dönemde çekilen herhangi bir Yeşilçam filmi ile kıyasladığınızda rahatlıkla hissedilecek bir katkı bu. Buna karşılık, sesli çekimlere alışık olmayan profesyonel oyuncuların ve kadrodaki amatör oyuncuların hemen tümünün performanslarına değişen dozlarda olumsuz bir etkisi olmuş sesli çekime uyum gösterme çabasının. Yurt dışı çekimlerin önemli bir kısmı, Berlin’de ağır sanayi fabrikaları olmadığı için Duisburg’da gerçekleştirilmiş ve yönetmen 2 ay süren çekimler boyunca Berlin ve Duisburg şehirlerinin yerel yönetimlerinden çok değerli destekler almış kendi ifadesine göre.

Öykü bir işçi yatakhanesinden sabah görüntüleri ile açılıyor. Fabrika bacalarını, şehrin ilk saatlerinin hareketliliğini, emekçileri izlediğimiz bu sahneye iş saatinin geldiğini haberleyen bir alarm sesi eşlik ediyor ve Cafer (Savaş Yurttaş) ile bu açılışta tanışıyoruz. İki çocuğunu (Cüneyt Kaymak ve Özlem Güler) ve eşi Hacer’i (Betül Aşçıoğlu) Türkiye’de bırakarak tek başına gelmiştir Almanya’ya çalışmaya ve artık düzenini oturttuğunu düşündüğü için ailesini de yanına almaya karar vermiştir. Fabrikasında örgütlenen, sendika için çalışan ve sol örgütlere üye bazı iş arkadaşlarını aşağılamakta, “Bizi kırmızı mumla mı çağırdılar?” dediği Almanları onlara karşı savunmakta ve tamamı ile apolitik bir dünya görüşü taşımaktadır. Filmin zaman zaman ajitasyon boyutuna varan politik değinmelerinin önemli kısmı Cafer’in “lümpen proletarya” kimliğinin etrafında dönüyor ve senaryo, Hacer’in feminizmi de içeren politik bilinçlenmesi ile eşinin değiştirmeye hiç yanaşmadığı kimliğinin çatışmaları üzerinden ilerliyor. Bir filmin tek başına bir çözüm üretmesi ya da kitleleri bilinçlendirip “devrim”e giden yolu açması mümkün değil kuşkusuz ama 1970’lerin Türk toplumunda politikanın -tüm olumlu ve olumsuz sonuçları ile birlikte- ne kadar yaygın ve yerleşik olduğunu düşününce, senaryonun burada sinema sanatının aleyhine olacak bir şekilde bir tutum takınması anlaşılabilir bir durum ve Yurtsever’in yapıtı da bir “manifesto filmi” olduğunu hiç gizlemiyor ve hatta bunu özellikle hedeflemiş görünüyor. Zaman zaman 1970’lerde sokaklarda dağıtılan ve sayıları sınırsız olan örgüt dergilerinde yayımlanan türden bir politik metni okuduğunuz hissine kapılmanıza neden oluyor öykü ki sanat kriterleri açısından bakınca filmin lehine işlemiyor bu seçim. Ne var ki şunu da açık bir şekilde ifade etmek gerek: günümüzün üzeri ölü toprağı seçilmiş toplumunda ve sanatın hemen tüm unsurlarının apolitik olmayı tek doğru olarak gördüğü bir zamanda mahrum kaldığımız politik tutumun ne kadar önemli olduğunu net ve güçlü bir şekilde hatırlatıyor bu film.

Filmin sendikacılar ve fabrika emekçileri dışında da devrimci karakterleri var. Örneğin Cafer’in çocuklarının Türkiye’de okuduğu okulun genç öğretmeni, ailesini Almanya’ya götürmesini yanlış buluyor onun ve şunları söylüyor: “Çocukların ezilmesinden, yitip gitmesinden korkuyorum. Kapan bu, çağdaş kölelik kapanı. Çengelin ucundaki ise Alman Markı”. Onun dayanışmanın ve Türkiye’de birlikte direnmenin önemini ve gerekliliğini vurgulayan sözleri Cafer’i etkilemeyecek ve eşinin de Almanya’da çalışmaya başlaması durumunda kazanacakları paray düşünecektir sadece. Cafer çok çalıştığının ve hatta sömürüldüğünün de farkındadır ama tek çıkış yolu budur, bu düzenin alternatifi yoktur ve Almanlar sömürse de, emeğinin karşılığını (aslında onun hayal edebildiğini sadece elbette) vermektedir. Eşi Hacer’e sendikacı ve solcu Türk işçileri eleştirmek için şu söyledikleri, onun dünya görüşünün ve seçtiği yolun açık bir ifadesidir: “Bulmuş da bunuyor bunlar. Nankörlük ayıp şey. Almanlar bizi kırmızı mumla çağırdı sanki. Yunanlısı, İtalyanı, Arabı, zencisi; yetmiş iki millet var iş peşinde. Onların arasından sımsıkı yapışacaksın işine. Dernekmiş, sendikaymış falan, uzak duracaksın. Sadece çalışmaya bakacaksın”. Onun bu boyun eğen anlayışının karşısına iki farklı karakteri koyuyor öykü: solcu sendikacı işçi (Macit Flordun) ve Hacer ile aynı tekstil atölyesinde çalışan solcu ve feminist kadın işçi (Gülsen Tuncer). Her ikisinden de öykü boyunca bol bol politik bilinçlenme üzerine sözler duyuyoruz. Cafer ne kadar şiddetle ret ederse bunları, Hacer o derece süratle politikleşecek ve bilinç sahibi olacaktır. Cafer’in ısrarla koruduğu bireyciliği ile Hacer’in giderek artan toplumcu anlayışını birbiri ile çatışma yaratacak şekilde kullanıyor senaryo ve bu çatışmayı politik söyleminin ve manifestosunun araçlarından birine dönüştürüyor. Cafer’in sadece kendini düşünme tutumunun örneklerinden biri, sendikadaki fazla mesai tartışması sırasında çıkıyor karşımıza. Solcu sendikacı fazla mesainin “arkadaşlarımızın işsizliği” anlamına geldiğini vurgularken, Cafer ve onun gibi düşünenler için çalışılan her fazla saat daha fazla borç ödeme ve daha çok para biriktirmek anlamına gelmektedir. Film onun bilinçsizliğinin “Ya hep beraber ya hiçbirimiz”e dayalı bir mücadelenin önünde nasıl büyük bir engel oluşturduğunun altını çiziyor sıkça.

Öykünün feminizm boyutu bu mücadelenin “sınıfsal boyut”u ile ilgili ezelî ve ebedî tartışmayı da açık bir biçimde odağına alıyor ve tavrını sol örgütlerininkinden yana koyuyor. Hacer’in katıldığı feministlerin toplantısında bazı kadınların erkekleri eleştiren söylemlerine, “kadınların savaşının toplumsal mücadeleden ayrılamayacağı” itirazı yapılıyor (bu sahnedeki bazı planlar bir Sovyet propaganda filmi seyrettiğiniz izlenimini yaratabilir); doğru bir söylem bu ama eril bakışın sadece ve mutlak olarak kapitalizmin sömürü düzeni ile ilişkilendirilmesi tartışmalı yapıyor filmin bu yaklaşımını. Bir başka sahnede, kendisini dövmeye yeltenen bir erkeğe bir kadının söylediği şu sözler de benzer şekilde doğru ama gerçeğin bir başka boyutunu tamamen dışlıyor: “Yumruğunu bana kaldırdığın gibi, seni bu hâle getirenlere, sömürüp posanı çıkaranlara da kaldır. Onları yok etmeye çalış!”. Eril bakışın düzenin sömürmediği sınıfın mensuplarında da görülen bir yanlış olduğunu, toplumsal adalet ve dayanışmanın hâkim olduğu bir düzende bu bakışın kuşkusuz daha az görüleceği ama başka nedenlerle yine de var olacağını düşününce filmin radikal bakışı yetersiz kalıyor kuşkusuz. “Çünkü biliyorum ki bana kalkan el onun eli değildi” ifadesi işte tam da bu nedenle hem doğru hem yanlış görünüyor. Buna karşılık, bir erkeğin gerçeği görme sürecinin asıl olarak kadınların tanık olduğu konuşmaları ile tetiklenmesi ve finalde “kadın önde yürürken, erkeğin onu takip etmesi” sembolizmi Korhan Yurtsever’in bir kadın özgürlüğü filmi çekmeye soyunduğunun ve mesajını iletmeyi başardığının sağlam örnekleri olarak çıkıyor karşımıza.

Bir işten çıkarma eyleminin gerekçesinin nedense bir parça belirsiz bırakıldığı (hak aramak, sendika vs. söylemlerini duyuyoruz ama işini kaybedenlerden birinin o taraklarda hiç bezi yok) filmde “kara kafa” sözcüğü sadece bir kez ve bir Alman çocuk tarafından kullanılıyor. Bu sözün muhatabı olan Türk çocuğun ve Türk arkadaşlarının Alman çocuğun kaçak işçi, kendilerinin Alman olduğu bir oyundaki eylemleri ırkçılığın ve şiddetin içselleştirilmesinin kolaylığını gösteriyor bize. Yurtsever kimileri fazla doğrudan politik bu tür sembolleri bolca kullanmış filminde: Finalde farklı ırklardan çocukların bir topun peşinde keyifle ve mutlulukla koşması (enternasyonalizm övgüsü) ve bu görüntülerin dev bir güllenin binaları yerle bir ettiği görüntülerle paralel gösterilmesi (devrimin yıkıcı gücü için halkların dayanışması gerekir çünkü) veya vatan hasretini gidermenin en iyi yolu olarak “Türk filmi seyretmek” için gidilen sinemada “Toprağın Oğlu Sabuha”nın (Oksal Pekmezoğlu, 1978) gösteriliyor olması (seyredilen sahnede İbrahim Tatlıses en yanık ve damardan yorumu ile “Sabuha”yı söylüyor ki bu şarkının parçası olduğu arabeskin kaderci ve boyun eğen içeriği, öykünün mücadeleci ve devrimci ruhunun ne ile baş etmesi gerektiğini gösteriyor).

Küçük oğlanın kendi başına Duisburg’da gezindiği sahnelerin öykü ile yeterince iyi ilişkilendirilemediği ve dış çekimlerin bir kısmında (örneğin bitpazarındaki sahne) kameraya bakanların olduğu (neyse ki ilgili sahnelerin belgeselci yaklaşımı bu durumun rahatsız edici olmasını önlüyor) filmin sonunda “Kurtulmak yok tek başına yumruktan ve zincirden / Ya tek başına ya da hiçbirimiz” sözünün arkasından Ruhi Su’dan “Boşa Didinmek Fayda Vermez” şarkısını dinliyoruz; Rus romancı Maksim Gorki’nin 1906 tarihli “Ana” romanını 1931’de tiyatroya uyarlayan Bertolt Brecht’in oyunu, Ankara Sanat Tiyatrosu’nda 1974’te sahnelendiğinde Sarper Özsan’ın Brecht’in sözlerinden bestelediği bir şarkıdır bu ve Ruhi Su’nun Dostlar Korosu ile birlikte çıkardığı 1977 tarihli “Sabahın Sahibi Var” albümünde yer alır ilk kez. Öykünün içeriği ile çok uyumlu bir şarkı bu ve Brecht’in sözleri sadece yazıldığı 1930’lu yıllara veya Yurtsever’in filminin çekildiği 1970’li yıllara değil, günümüze de ait kesinlikle: “Boşa didinmek fayda vermez / Her geçen gün daha beter dünden / Böyle gelmiş böyle gitmez / Sömürü, zulüm devam etmez / Kaldırmadıkça başlarımızı / Sefaletimiz bitmez / Elindeki bu boş tencere / Dolar mı kendi kendine / Eğer razı olursan sen / Kendi kötü kaderine / Kaldırmadıkça başlarımızı / Sefaletimiz bitmez”.

Filmin çekimlerinden sonra Türkiye’deki durum nedeni ile Almanya’da kalması istenen Yurtsever ret etmiş Almanların davetini ve ülkesine dönmüş ama 12 Eylül darbesinden bir hafta önce Almanya’ya gitmek zorunda kalmış. Tüm kariyeri boyunca sadece 3 sinema filmi (“Fırat’ın Cinleri”, “Kara Kafa” ve 1987 tarihli “Zincir”) çekebilmesi, ülkemizde meselesi olan sanatçıların akıbeti için iyi bir örnek olan Korhan Yurtsever’in bu filmi didaktik ve ajitatif sıfatlarını hak etse de, sinemamızda kendine has bir yeri olan bir çalışma ve kesinlikle ilgiyi hak ediyor.