“Kötü olan her şeyin sevgiye ihtiyacı vardır – Rilke”
Sokağa bırakılan bir köpeğin insanların elinde yaşadıkları sonucu geçirdiği olumsuz değişimin ve başlattığı şiddetin hikâyesi.
Macar yönetmen Kornél Mundruczó’nun bu “köpeklerin isyanı” filmi 2014 yılının en dikkat çeken çalışmalarından biri olmuş ve özellikle teknik becerisi, belki de yüzlerce köpeğin koordine edilme başarısı ve hiçbir hayvan zarar görmeden tüm o sahnelerin nasıl çekilebildiği konusunda yarattığı merak ile epey ilgi toplamıştı. Mundruczó’nun senaryosunu Viktória Petrányi ve Kata Wéber ile birlikte yazdığı ve büyük Macar sinemacı Miklós Jancsó’ya ithaf edilen film şiddetin doğuşu (veya belki de daha doğru bir deyişle içte gizli olan şiddetin ortaya çıkışı) üzerine bir hikâye anlatan ve bunu yaparken değindiği başka temalar ile de ilgi çeken bir çalışma. Bir küçük kız ve köpeği hikâyesi olarak başlayan ama sonra çok farklı boyutlarda ilerleyen film finali ile de zaman zaman bir masalı çağrıştırıyor ve etki gücünü azaltıyor ama yine de kesinlikle kaçırılmaması gereken bir eser.
Filmin alegorik sinemanın ustası ve özellikle bir dönem filmlerinde yoğun sembolizm kullanması ile bilinen Miklós Jancsó’ya ithaf edilmesi biçimsel açıdan nasıl bir hikâye ile karşı karşıya olacağımızı bize baştan söylüyor aslında ve açılıştaki Rilke sözü (“Kötü olan her şeyin sevgiye ihtiyacı vardır”) de içeriğinin ne üzerine olduğunu. Filmin hikâyenin finaline yakın bir sahne ile (terk edilmiş görünen bir şehirde tek başına bisiklet kullanan kız ve…) başlayan ve sonra geriye dönen film, annenin Avustralya’ya gitmesi nedeni ile küçük kızını ve köpeğini eski eşine bırakması ve babanın içinde bulunduğu koşullar nedeni ile kendisini bir parça mecbur hissetmesi sonucu ama asıl olarak da öfke (kendi kişisel mutsuzluğundan kaynaklandığını anladığımız) ve sevgisizlikten kaynaklanan nedenlerle köpeği sokağa atması ile gelişen tuhaf olayları anlatıyor bize. Sonlarında hayli kanlı bir intikam hikâyesini de içeriğine katan film kötülüğün beslenirse ortaya çıkabildiğini ve canlı kalabildiğini öne sürüyor temel olarak. Bu beslemenin yönteminin de bir diğerini kendi çıkarı için kullanma, bir diğerini ötekileştirme gibi davranışlar olduğunu söylüyor bize. Söz konusu olan köpeğin “kırma” olması, yani saf bir cins olmaması (tıpkı aynı kaderi paylaşan hayvan barınağındaki diğerleri gibi) ve bu nedenle sahibinin devlete ceza ödemek zorunda olması ötekileştirmenin bir örneği olarak görülmeli sanırım. Filmin herhalde bizimkinden sonra Avrupa’nın en sağcı iktidarının hüküm sürdüğü Macaristan yapımı olduğunu da bu kapsamda akılda tutmak gerekiyor. Tüm bu “ciddi” konuları hayli sert cinsinden de olsa nerede ise bir hayvanlı masal olarak anlatmak ise filmin alegori tercihinin sonucu ve filme bir yandan çekicilik katarken, bir yandan da filme adeta bir “Cujo” havası vermesi ile tüm bu metaforlardan uzak durmayı seçecek seyirciler için bir tuzak da teşkil etmiyor değil açıkçası. Sık sık el kamerası kullanılarak özellikle kapalı mekanlarda bir tedirginlik duygusunu da ustalıkla oluşturan film asıl hikâyesinin yanında, çoğunlukla sevgisiz ve anlayışsız olarak resmedilen büyüklerin dünyasında bir kızın büyüme hikâyesini de anlatmaya soyunmuş görünüyor ama bunun kimi parallelikler kurulmaya çalışılmış olsa da ne kadar işlevsel olduğu tartışmalı bir parça ve açıkçası gece kulübü sahnesi başta olmak üzere sanki başka bir filme aitmiş gibi duruyor filmin bu yan hikâyeyi anlatan anları.
Filmin biçimsel yanı ve teknik becerisi nerede ise kusursuz denecek derecede başarılı. Örneğin köpek dövüşü sahnesi (bu sahnedeki tüm o vahşi seslerin seslendirme sanatçıları tarafından stüdyoda çıkartıldığına inanmak çok zor gerçekten) vahşiliği ile gerçekten çok etkileyici ve benzer başka pek çok sahne de (seyrettiğinizin sadece bir film olduğunu, hayvanların gerçekte zarar görmediğini ve vermediğini bilseniz de) rahatsız edecek bir gerçekçilik duygusu ile seyirciyi koltuğunda hayli tedirgin ediyor. Yönetmen Kornél Mundruczó’nun 274 adet olduğu söylenen köpekleri kullanma becerisi ve kurguyu üstlenen Dávid Jancsó ile birlikte yarattıkları dinamizm gerçekten göz kamaştırıyor ve özellikle “başroldeki” köpeğin (aslında iki farklı köpek tarafından canlandırılıyor) hareketlerinin ve bakışlarının sahnelerin içine ustalıklı bir şekilde yerleştirilmiş olması ikilinin bu başarısının yürekten bir alkışı hak ettiğini gösteriyor bize. Çarpıcı bir fotoğraf karesi kalitesindeki son görüntüde “eşitliği” (olmamasının tüm kötülüklerin ve şiddetin kaynağı olduğu ima edilircesine) vurgulayan yönetmen filme görkemli bir kapanış da sağlamış oluyor böylece.
Yönetmen hikâyeyi yazarken J. M. Coetzee’nin “Disgrace” adlı romanından kısmen esinlendiklerini söylüyor. Bu romandaki karakterlerden biri hayvanların bize Tanrıymışız gibi davranarak bizi onurlandırdıklarını, bizimse onlara eşya gibi davranarak karşılık verdiğimizi söyler. Bu hikâyede işte bu rollerine isyan eden köpeklerin bir bakıma “Planet of The Apes – Maymunlar Cehennemi”ndeki dünyayı yaratmaya kalkışmaları anlatılıyor bize ve ret edilemeyecek bir etki gücüne de ulaşmayı başarıyor film. Bu filmin çekilebilmesi için hayvanlara eziyet edilmemiş olması mümkün değil diye düşünenler için yönetmen bir video hazırlamış ve youtube’a koymuş ve çok da iyi yapmış açıkçası. Ne var ki buradaki köpeklerin veya insanların eğitiminden geçen tüm hayvanların tam da filmin hikâyesinin temasına uygun olarak kendisini besleyenler tarafından kendi amaçları için kullanıldığını da (bu kullanma ille de köpek dövüşü gibi aşağılık bir yolla olmak zorunda değil) unutmamak gerekiyor.
(“White God” – “Beyaz Tanrı”)