Bez Konca – Krzysztof Kieslowski (1985)

“Ben dört gün önce öldüm”

Avukat olan eşini âni bir şekilde kaybeden bir kadının ve adamın müvekkili olan politik bir tutuklunun davasının paralel anlatılan hikâyeleri.

Senaryosunu Krzysztof Kieslowski ve Krzysztof Piesiewicz’in yazdığı, yönetmenliğini Kieslowski’nin yaptığı bir Polonya filmi. Yönetmenin daha sonraki tüm yapıtlarının senaryosunu yazan Piesiewicz ve sonraki filmlerinin hemen tümünün müziklerini hazırlayan Zbigniew Presiner ile ilk iş birliklerini yaptığı film 1982’de, Polonya’daki rejim değişikliğine giden yolu açan ana faktörlerden biri olan Solidarność (Dayanışma) Sendikası’nın yasaklanmasının üzerinden 1 yıl geçtiği sıkıyönetim döneminde geçiyor. Bir kadının büyük bir kayıpla baş etmeye çalışması ile onun kaybettiği avukat eşinin sendika faaliyeti nedeni ile tutuklu olan müvekkilinin davasını birlikte ele alan yapıt, yönetmenin en poliitik çalışmalarından biri ve seyirciden beğeni alsa da; dönemin iktidarı (“sendikacıları iyi göstermesi”), muhalefeti (“rejime taviz vermesi”) ve Kilise’nin (“karamsarlığı ve dine aykırı finali”) ciddi eleştirilerini almıştı. Öykünün karakterlerinden birinin bir “hortlak” olduğu film metafizik unsurları ile Kieslowski’nin “kader”i bir tema olarak kullandığı yapıtlarına yakın dururken, belki yönetmenin en parlak çalışmalarından biri olmasa da; ilginç öyküsü, politik boyutu ve Kieslowski’nin sinemasının tadını içermesi ile önemli bir film kesinlikle.

Kieslowski bu yapıtının ülkesinde nasıl karşılandığı ile ilgili bir soruya (önemli bir soru bu; çünkü film Polonya’da komünist rejim devrilmeden önce çekilip gösterime sokulan, adı bir sahnedeki afişle anılan yasaklı bir sendikanın mensuplarından birini hikâyelerinden birinin odağına alan bir çalışma) şu cevabı vermiş: “Hiçbir filmimde olmadığı kadar kötü karşılandı film. Rejimden, muhalefetten ve Kilise’den çok kötü tepkiler geldi. Bunun tek istisnası seyirci oldu; hiç tanımadığım insanlardan bir film hakkında bu kadar çok mektup aldığım -bir teki bile olumsuz eleştiri içermiyordu- bir dönem hiç olmadı ve hepsi sıkıyönetimle ilgili gerçeği anlattığımı ifade ediyordu”. Buna karşılık, daha önce de yönetmenle iş birliği yapmış olan filmin görüntü yönetmeni Jacek Petrycki, Kieslowski’yi filmin kurgusu sırasında yaptığı bir tercih için eleştirmiş ve bir daha onunla çalışmamış. Dayanışma Sendikası üyelerinin, öykünün kadın kahramanının küçük oğlunun da katıldığı gösterilerini görüntüleyen sahneyi kurguda çıkarma kararı almış Kieslowski ve her ne kadar filmde çocuğun, annesine bu gösteriye gittiğini söylediğini ve -polisin eylemcilere karşı kullandığı gazın- boş kapsülünü gösterdiğini görsek de, görüntülere hiç yer verilmemesini iktidara verilen bir taviz olarak nitelendiren Jacek Petrycki, Kieslowski’yi bağışlamamış hiç. Ne var ki, kariyerinin belki de en politik filmini çeken yönetmenin, kesinlikle cesaret gerektiren bir sonuç elde ettiğini ve zor bir dönemde hassas bir hikâyeyi anlattığını söylemek de gerekiyor.

Bir mezarlıkta gece karanlığında yanan binlerce mumu gösteren bir görüntü ile açılıyor film ve usta müzisyen Zbigniew Presiner’in güçlü ve trajik bir dokunaklı yanı olan müziği eşlik ediyor bu görüntüye. Ardından, uyuyan bir çocuğun başına saçını okşayacakmış gibi uzanan bir erkek elini görüyoruz. “Ben dört gün önce öldüm” diyor kameraya bakarak konuşan bu adam. Yatağında içine kapanırcasına uzanan, siyah giysiler içindeki bir kadın geliyor görüntüye sonra ve adam ölüm ânını, o andaki düşünce ve duygularını anlatmaya başlıyor. Çalan telefonun sesi durduruyor adamın anlattıklarını. Ölü olan avukat Antek (Jerzy Radziwilowicz), tercümanlık yapan eşi Urszula (Grazyna Szapolowska) ve çocukları Jacek (Krzysztof Krzeminski) ile tanışıyoruz bu açılışta. Telefonla arayan, Antek’in ölmeden önce davasını üstlendiği ve sendika eylemlerini örgütlemekle yargılanan Darek’in (Artur Barcis) eşi Joanna’dır (Maria Pakulnis). Davayı Antek’in mesleğinin başında yanında staj yaptığı ve yıllardır hiçbir politik dava almamayı seçmiş Labrador (Aleksander Bardini) üstlenir, başta isteksiz olsa da. Hem bu ilk sahnelerde hem de sonra tüm öykü boyunca Antek, bir hortlak olarak karşımıza çıkarak zaman zaman olayları yönlendirecektir ve bu bağlamda adeta “kaderin eli” rolünü üstlenecektir.

“Kaybolan” dosyalar, grev örgütlemenin suç olması, yargı sisteminin adaleti sağlayacağına yönelik inançsızlık, tedirgin yeraltı faaliyetleri veya cezaevlerindeki açlık grevleri gibi unsurlar hikâyeye yeterince politik bir hava katıyor şüphesiz ama avukatın bir hortlak olarak varlığı -insanlara görünmüyor ama hayvanlar (burada bir siyah köpek) algılıyor onu bu tür hemen tüm filmlerde olduğu gibi- bu politik boyuta eş önemde bir manevî yan da katıyor hikâyeye. Davayı almakta başta hayli isteksiz olan avukatın, kendisine Antek tarafından hediye edilmiş köstekli saatini kritik bir anda elinden düşürmesi veya aynı avukatın adının bir listede kimliği meçhul biri tarafından işaretlenmiş olması gibi örnekler ölünün olan bitene müdahalesine işaret ederken, kaderin kendisinin elinin de örnekleri var hikâyede. Kadının belki de hayatına mâl olacak bir kazadan kurtulmasını sağlayan geçici arıza bunlardan biri. Buradaki kaza sahnesi Kieslowski’nin sekiz yıl sonra çekeceği, “Trois Couleurs: Bleu” (Üç Renk: Mavi) adlı başyapıtındaki benzer bir sahneyi hatırlatırken, yine o filmde Juliette Binoche’un elinin sırtını duvara sürttüğü sahneyi hatırlatacak bir şekilde, Urszula’nın naylon çorabının uçlarını yırtarak ayak parmaklarını ortaya çıkarması yönetmenin görsel tercihlerinin sürekliliğini de gösteriyor.

Hortlak karakteri ve kader teması elbette Kieslowski’nin yapıtına manevî bir boyut katıyor; 1981’de çekse de sansür nedeni ile ancak 1987’de gösterime çıkabilen “Przypadek” (Kör Talih) filminin bir örneği olduğu gibi yönetmen, onunla “Trois Couleurs: Blanc” (Üç Renk: Beyaz) filminde çalışan oyuncu Julie Delpy’nin söylediği gibi “kaderle saplantılı bir ilişkisi” olan bir sanatçıydı ve burada da bu tutkunun güçlü bir örneğini görüyoruz. Kuşkusuz Kieslowski “kadere boyun eğmenin gerekliliği, kaderin kaçınılmazlığı” temasını dile getirme telaşında olan bir sinemacı değildi; insanların seç(ebil)me iradesini aynı güçle getirdi karşımıza her zaman. Bu filmde de karakterlerin seçimleri var üzerinde durulması gereken: Urszula kocasını beklenmedik bir şekilde kaybetmenin travmasını atlatmaya çalışırken hayata tutunmak için çocuğunun sevgisi, içlerine sürüklenir gibi olduğu politik aktivistlerle ilişkisi ve seks arasında gidip geliyor; onun öyküsü baştan sona seçimlerle dolu, dolayısı ile ve final de onun seçimi üzerine kurulu tamamen. Sendikacı Darek’in karşı karşıya kaldığı seçim ise cezaevinde başlayan açlık grevi karşısında takınacağı tutum ile ilgili. Avukat Labrador’un, müvekkilini bu eylemden vazgeçirmeye çalışırken hatırlattığı şu konu kritik bir hatırlatma seçim yapmak hakkında: Avukat, genç adama örgütlenerek, direnerek ve tanklara karşı durararak sıkıyönetime verdikleri cevabın “yaşamak” olduğunu, yaşamayı seçtiklerini hatırlatıyor akıllıca. Labrador da, meslek yaşamının sonuna geldiği bir dönemde, belki de en yanlış dönemde, bir politik davayı üstlenme seçimi ile karşı karşıya kalıyor. Evet, bu seçimlerin hemen tümünde Antek’in metafizik boyutlu katkıları var ve hatta hipnoz da bir unsuru öykünün ama Kieslowski’nin yalın ve doğal sineması, asıl faktörün bireysel irade(ya da iradesizlik) olduğunu dile getiriyor. Nitekim Darek ile Urszula’nın birbirine taban tabana zıt olan seçimleri de, koşullar ve sonuçtan da bağımsız olarak, kaderi bireysel seçimlerin belirlediğini söylüyor.

1990’lar Türkçe Pop’unun önemli şarkılarından biridir “Anladım”; Aykut Gürel’in bestelediği, sözlerini Zeynep Talu ile Leman Sam’ın yazdığı şarkıda, “Dün gece hiç tanımadığım bir erkeğe / Sırf sana benziyor diye usulca sokulup merhaba dedim / … / Konuştu bir şeyler söyledi, beklediğim sözler bunlar değil / Yüzüme baktı, gözlerime ama senin gibi değil” der Leman Sam kırık bir hüzün ve özlemle. Kieslowski’nin filminde Urszula da benzeri bir macera yaşar elleri kocasınınkilere benzeyen bir yabancı erkekle. Kadının bu adama tek kelime bilmediği Lehçe ile içini döktüğü sahne Grazyna Szapolowska’nın performansının da katkısı ile filmin en etkileyici anlarından biri olurken, karakterin yalnızlığı, travması ve mücadelesinin sembolü oluyor bir bakıma.

Bir kitabın içine saklanmış 200 dolar, bir yabancının bir Polonyalıya seks için ödediği 50 dolar veya üzerine Dunlop etiketi yapıştırılmış Polonya malı bir tenis raketi gibi unsurlarla o dönemdeki ekonomik ve sosyal sıkıntılara da değinen filmde; sıkıyönetim ilan edilmesinden sonra, ülkeyi yöneten Polonya Birleşik İşçi Partisi’nden istifa eden Leh şair Ernest Włodzimierz Bryll’in bir şiiri de (“Ve bilmiyorum nasıl / bir kurttan uyuz bir köpeğe dönüştüğümü“) ülkedeki karanlık atmosferi anlatmak için kullanılmış. Urszula’nın çevirisini yapmakta olduğu kitabın bir Orwell eseri ya da Orwell üzerine bir çalışma olmasını da filmin politik imaları arasına ekleyebiliriz. Szapolowska’nın yanında, Aleksander Bardini ve Artur Barcis’in de başarılı performansları ile dikkat çektikleri filmi Slovenyalı filozof ve sosyolog Slavoj Žižek, “Trois Couleurs: Bleu”nun “ön çalışması” ve “zıddı” olarak değerlendirmiş ve birlikte ele elınmaları gerektiğini öne sürmüş. Gerçekten de içerdiği hayal kırıklığı ve yenilgi duygusu ile diğerinin tersi bir noktada duruyor bu yapıt ama yine de, ölmesi nedeni ile artık bugüne değil, geçmişe ait olan ama yine de bugüne müdahale edebilen Antek karakterinin Polonya toplumuna kendisinden ve geçmişindeki parlak günlerden güç alabileceği yönünde bir umut ışığı yaktığını söylemek de mümkün. Paralel hikâyelerin biçimsel ve kurgu olarak değil ama birbirini tamamlama açısından bir parça eksik kaldığı yapıt; yaşamanın uzlaşmak, taviz vermek, direnmek, ret etmek gibi kavramlar üzerinden tartışılabileceğini hatırlatan ilginç bir çalışma. Yaşlı avukatın adının Labrador olması ve muhtemelen labrador cinsinden olan siyah bir köpeğin hikâye boyunca sık sık karşımıza çıkması, Antek’i görüp hissedebilenin sadece o olması ve hatta bir sahnede ölü avukatın ruhunun sanki bu köpeğin bedenine girdiğinin ima edilmesi ise meraklısı için farklı yorumlara açık bir durum ve içine girmesi çok da kolay olmayan filmin ilginç öğelerinden biri.

(“No End” – “Sonsuz”)

(Visited 23 times, 8 visits today)

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir