Equilibrium – Kurt Wimmer (2002)

“Duygu hakkında öğrendiğin ilk şey bir bedeli olduğudur. Tam bir paradoks. Ama kendini dizginleme ve kontrol olmadan, duygu kaostur”

2072 yılında totaliter bir yönetimin hüküm sürdüğü ve duygusal etki yaratan her şeyin yasaklandığı ve halkın duyguları bastıran ve boyun eğmeyi kolaylaştıran bir ilacı zorunlu olarak aldığı bir ülkede kanunun temsilcisi olan bir adamın düzeni sorgulamaya başlaması ile gelişen olayların hikâyesi.

Distopya türünden bir bilim kurgu filmi. Kurt Wimmer’ın hem yazıp hem yönettiği film insanları duygulandıracak her şeyin (kitapların, tabloların bile) yasaklandığı ve duyguların yok edilmesinin temel amacının yeni bir savaş çıkmasını engelleyerek insanlığın devamını sağlamak olduğu bir dünyayı anlatıyor. Hissetmenin suç olduğu bir dünyayı resmeden ve hikâyesi ile “Matrix”, “1984” veya “Fahrenheit 451 – Değişen Dünyanın İnsanları” gibi filmleri de çağrıştıran eser kendisini seyrettirmeyi başaran ve gerilim ve heyecanını zaman zaman aksasa da sürükleyici kılmayı başaran bir çalışma. Bilim kurgunun ve özellikle de distopik filmlerin meraklılarının ilgi ile seyredeceği film içinde bulunulan koşullar ne olursa olsun her zaman bir başkaldırının olacağını hatırlatması ile de önemli ama öte yandan seyrettiklerinizin nerede ise hiç orijinal olmadığını düşündürtmekten de kaçınamıyor açıkçası. Karakterlerin bir parça yüzeysel kaldığını ve geliştirilemediğini, ve hikâyenin zaman zaman inandırıcılık açısından yetersiz kaldığını da söyleyelim ama meraklısı bunları umursamadan keyif alacaktır kesinlikle.

“Matrix” ve benzeri filmler bir yandan sinemada heyecan ve macera arayanları sonuna kadar tatmin etmenin peşine düşerken, diğer yandan da daha derin içeriklerin meraklısı olanları da ihmal etmemeye çalışırlar; bir başka deyişle hem gişe gelirinin hem de kalıcı olmanın peşindedirler. Bu filmimiz de benzer amaçların peşinde temel olarak. Kurt Wimmer’ın filmi bütçesinin doğal sonucu olarak “Matrix”’ten daha az görkemli ve “Matrix”’in tüm o göz boyayan “kompleks” görünümlü içeriğini makyajından sıyırdığınızda karşınıza çıkacak olan içeriğine benzer bir içeriğe sahip; bu içeriğin farkı “Matrix”in aksine hikâyenin daha yalın olması ve belki tam da bu nedenle daha dürüst bir sonuç ortaya çıkarması. Nefreti ve öfkeyi de doğurduğu ve bunun da daha önceki üç kötü deneyimde gösterdiği gibi sonucunun savaşa kadar uzandığı duyguları yok etmeyi hedefleyen bir toplum var karşımızda ve film açılış sahnesinde içlerinde Mona Lisa’nın da bulunduğu tabloları saklayan bir gruba yapılan imha (hem saklayanları hem eserleri) baskınını göstererek özellikle de konuyu bilmeyenleri şaşırtarak giriş yapıyor hikâyeye. William Butler Yeats’in bir şiir kitabının da sembolü olduğu gibi duygu uyandıracak her türlü nesnenin yasak olduğu bu dünya, tek tipleştirdiği insanlar ile doğal olarak faşizan bir toplum çıkarmış ortaya. En tepedeki yöneticinin adının “Father” (hem baba hem de rahip olarak düşünebiliriz bu kelimenin karşılığını) olduğunu ve kendisine nerede ise kutsal bir kişilik atfedildiğini, duygulanma yasağına uymayanları ve duygu yaratacak sanat eserlerini bulup yok etmekle görevli kanun gücündekilerin de “cleric” (ruhban sınıfı üyesi diyebiliriz buna da) olarak adlandırıldığını düşününce hikâyemizin önemli bir çağrışımına dikkat çekmek gerekiyor. Kendisinin dikte ettiği dışındaki tüm düşüncelere ve inançlara kapılarını sıkı sıkıya kapatan ve dinin temel belirleyici olduğu yönetimlerin, teokrasilerin bir başka deyişle, benzeri bir yönetim var bu toplumda. Günümüzdeki benzerlerinin yaptığı gibi buradaki yönetim de saldırısının kapsamına ilk olarak sanat eserlerini ve onların yaratıcılarını alıyor, sorgulamayı teşvik ettiği ve hayatı sorularla ve yeni düşüncelerle zenginleştirdiği için. Yine hikâyemizin gösterdiği gibi her ne olursa olsun insanlığın kurtuluşu yolunda en büyük umut kaynağı da yine sanat oluyor elbette.

Nazi döneminde yaratılan yapılar nedeni ile hikâyedeki faşizan devleti anlatmak için en uygun yer olarak Berlin’i seçmiş filmin yaratıcıları ve sahnelerin büyük kısmı orada çekilmiş. Kurt Wimmer’ın doğru tercihlerinden biri de filmi tarihsel olarak çok ileriye taşımayarak ve günümüzde var olmayan teknolojileri tasarlamayarak hikâyenin daha etkileyici olmasını sağlamak olmuş. Bu şekilde seyirci bugün bile yaşanabilecek ve aslında farklı boyutlarda ve içeriklerde de olsa bugün bile yaşanan (kadınların toplum içinde gülmesini günah görenlerin yaşadığı toplumlar var bugün dünya üzerinde!) bir dünyayı hissedebiliyor. Sevimli bir köpeğin bakışı, doğan bir güneş veya Beethoven’in 9. Senfonisi gibi duyguları canlandıracak öğelerin hiç eksilmeyeceğini ve eksilmemesi gerektiğini daha iyi anlıyor seyirci sonuç olarak.

Polisin kullandığı araçların üzerindeki numaralarla birlikte rahatsız edici bir şekilde bizdeki TOMA’ları hatırlattığı film tıpkı “Matrix” filmlerinde olduğu gibi bitmek bilmeyen (daha doğrusu kimileri için öyle, ama kimileri için de çok heyecanlı) dövüş sahneleri ve bu sahnelerde kahramanın onlarca rakibini tek başına alt etmesi, Christian Bale’in yeterli bir performansla oynadığı kahramanımızın çocukları ile ilgili sondaki sürpriz veya onca sıkı kuralların olduğu bir düzende baş karakterin tutuklu bir kadınla görüşme odasında rahatça konuşabilmesi gibi inandırıcılığı hayli zedeleyen yanları var filmin. Bunun yanında hikâyesinin gelişimi açısından zayıflığı ve zaman zaman karakterleri ile birlikte bir bilgisayar oyunundan uyarlanmış gibi görünmesi de filmin lehine değil kesinlikle. Tutuklanan kadını oynayan Emily Watson’ın duygusuz robotların dünyasında sanırım bilinçli olarak biraz fazla duygusal kaçan oyunu ile de renklendirdiği film öncelikle sinemada bilim kurgunun heyecanını arayanlara ve bu arada beyine de hitap etse ne güzel olur diyenlere hitap eden ve ilgi gösterilebilecek bir çalışma.

(“İsyan”)