Upgrade – Leigh Whannell (2018)

“Tam anlamıyla her şeyi yapabilir. Her şeyi kullanabilir, her şeyle konuşabilir, her şeyi hesaplayabilir: Yeni ve daha iyi bir beyin”

Bir saldırı sonucu felç kalan bir adamın takılan bir çiple vücudunu kontrol edebilir hâle geldikten sonra giriştiği intikam arayışının hikâyesi.

Leigh Whannell’ın yazdığı ve yönettiği bir Avustralya – ABD ortak yapımı. Bilim kurgu ve aksiyon karışımı olarak tanımlanabilecek film -Whannell’ın “Saw” (Testere) serisinin senaristlerinden biri olmasının da açıklayacağı gibi- sert sahnelerle dolu bir distopik çalışma. 2040’lı yıllarda geçen hikâye teknolojiye fobik olarak nitelenebilecek bir bakışı olan adamla bir teknoloji şirketinin yöneticilerinden olan eşinin uğradığı bir saldırından sonra adamın yaşadıklarını (ve yaşattıklarını) anlatıyor temel olarak ve bunu yaparken de sertlikten bolca yararlanıyor. Yapay zekâ ile insan arasındaki çatışma, teknolojinin insanî olanı yok etmesi gibi temalar üzerinden ilerleyen hikâye Amerikan sinemasında, örneğin Charles Bronson’un 1970 ve 80’li yıllarda bolca örneğini verdiği bireysel intikam maceralarından birine dönüşüyor süratle ve tüm o süsün, fütürüstik ögelerin ve havalı temalarının arkasında oldukça sorunlu bir yapıt olduğunu da gizleyemiyor.

Akıllıca tasarlanmış bir jenerikle açılıyor film: Robotik bir kadın sesi sade ama etkileyici bir sesle yapımcı şirketlerin adını söyleyerek (“… film sunar”) açılış yapıyor ama hemen ardından gelen ilk sahnede evinin epey eski görünümlü garajında 1977 model bir Pontiac Firebird’ü onaran ve o sırada da pikapta çalan bir Howlin’ Wolf klasiğini, “Smokestack Lightning” adlı blues şarkısını dinleyen bir adamı görüyoruz. Grey Trace’dir adamın adı ve kendisi ne yaşadığı döneme ne de karısının yaptığı işe ve bu konudaki düşüncelerine uyacak şekilde teknolojinin ruhsuz dünyasından nefret etmektedir. Onun onardığı araba ne kadar klasikse, o sırada eve dönen eşinin arabası o kadar ultra-moderndir tasarımı ve fonksiyonları ile. Yaşadıkları ev de kadının arabası ile uyumlu özelliklere sahiptir ve sesle verilen komutlarla sahiplerinin her türlü isteğini karşılamaktadır. Kadının “Yazıcıdan pizza basmak ister misin?” teklifini yaptığı, adamınsa “Pizza yapmak ister misin?” karşı teklifi ile cevap verdiği sahne hem hikâyenin geçtiği dönemde teknolojinin vardığı noktaya işaret ediyor hem de filmin sorunlu alanlarından birini, inandırıcılık problemini açıkça koyuyor ortaya: Erkek ile kadın arasında onları bir arada tutan nasıl bir ortak yön olduğunu anlamak imkânsız bu hikâyede. Bu konuda bizi ikna etmek, bu birlikteliği olabilir kılmak için en ufak bir gayreti yok senaryonun ve bu derece anlamsız bir zıtlıkla Leigh Whannell’ın neyi amaçladığını anlamak zor. Sinemanın en uyumsuz çifti olacak kadar farklı iki karakteri bir araya getirince film, ister istemez hikâyenin öldürülen eş ile ilgili olan kısmı da kayboluyor ve sadece adamın kendisine yaşatılanla ilgili intikam mücadelesini izler hâle geliyoruz.

Gizemli Eron Keen karakteri de bir parça sorunlu; senaryo bu karakteri yeterince güçlü ve tuhaf kılamadığı gibi onu canlandıran Harrison Gilbertson’a da sağlam ve inandırıcı bir performans sunacak alan sağlayamıyor. Sadece ismi ile değil, fiziksel olarak da Elon Musk’a benzetilen karakter bu nedenle sağlam bir “kötü adam” olamamış ne yazık ki ve kendisine atfedilen ama çok da sahip olmadığı özelliklerinin ilginçliği ile yetinilmiş. Kahramanımızı canlandıran Logan Marshall-Green üzerine düşeni fazlası ile yapıyor ve hatta Stem adındaki çipin kontrolünde olduğu zamanlar yaptıkları ile ilgili korku, endişe ve mutsuzluğu aksatmadan yansıtmayı başarıyor bize. Ne var ki tam da bu sahnelerle ilgili de bir sıkıntısı var filmin. Kendisini bir yergi olarak konumlandırmış olsaydı kabul edilebilir, hatta doğru olabilecek ama seyrettiğimiz ciddi hâli içinde zaman zaman komik görünebilen bir içerik ve biçimi var bu bölümlerin. Bilgisayar oyunlarının karakterlerinkini çağrıştıran hareketleri özellikle kavgalı dövüşlü sahnelerde biraz sakil duruyor, hatta güldürebiliyor seyirciyi.

Filmin ilginç ama boşa düşen ve bir süre sonra anlamını yitiren bir politik içeriği de var: Başlardaki bir sahnede iş arkadaşı, kahramanımızın eşine “Kapitalizm ile idealizmin birlikte var olamayacağını“ söylüyor; bir başka sahnede ise Grey Trace karşısındakine -çipi kastederek- “Siz ona bakınca geleceği görüyorsunuz, bense işsiz kalacakları” diyor. Bu iki sahne (ya da cümle) hikâyede bir yere bağlanmıyor ve tutarlı bir politik tutum oluşmuyor; sanki Leigh Whannell aklında kalmış bir iki cümleyi bir yolunu bulup hikâyeye sokuvermiş gibi duruyor ve hikâyeye eğreti duran bir politik içerik katmış oluyor sadece. Adamın büyüdüğü semtin yoksulluğu ve çirkinliği de aynı politik bakışın uzantısı muhtemelen. Çipler (yapay zekâlı makineler ya da) ile insanların çatışacağı bir dünya öngören hikâye insanın yanında taraf tutuyor (örneğin bir sahnede, çipin taktikleri bitince insan zekâsı devreye giriyor) ama anlattığı intikamın da ancak makinelerin sayesinde alınabilmesi ile bir samimiyet sorununu da bu açıdan yaratmış oluyor Whannell. Anlaşılan yönetmen ortaya bir mesele atmış ama onun üzerine gitmeyip, meselenin ilginçliği ile yetinerek sert aksiyon sahneleri olan bir hikâye anlatmayı tercih etmiş. Evet, gerçekten de epey sert sahneleri var filmin ve başta belirttiğim gibi, Charles Bronson filmlerinin fütüristik bir hikâyeye taşınmış hâli var sanki karşımızda. Dökülen kanlar, parçalanan veya kesilen uzuvlar, sıkça kullanılan silahlar ve yumruklar ile sertlik fırsatını hiç kaçırmıyor film ve evet, şiddeti sömürü derecesinde kullanıyor sık sık.

Sadece dedektifin “eski kafalılığı” ile açıklanamayacak bir analog dinleme cihazının ve yine aynı polisin arabasının -sesle sireni ve ışıkları çalıştırılabilse de ve sanki bu tür seçimler polisin kendisine bırakılabilirmiş gibi- elektronik olmamasının hikâyede kritik yerlere sahip olması vb. tutarsızlıkları da var senaryonun. Bunun yanında “insan olma arzusu” ve finaldeki “sanal gerçekliğin dünyasındaki mutluluk” gibi unsurları ile senaryonun seyirciye bir düşünme alanı açtığını ve böylece kendisini de ilgi çekici kıldığını söyleyebiliriz rahatlıkla. Ayrıca yukarıda sıralanan problemlerine rağmen, Leigh Whannell’ın ortaya -özellikle de bu tür içerik problemlerini dert etmeyen ve aksiyon, gerilim filmlerinden hoşlananlar için- kendisini seyrettirmeyi başaran bir sonuç çıkardığını söylemek mümkün. Ne olursa olsun, eğlenceli, hızlı, gerilimli, Grey ile vücuduna yerleştirilen chip arasındaki ilişki üzerinden merak uyandırıcı ve hatta komik bir sinema eseri bu ve vakit geçirmek için tavsiye edilebilir kesinlikle.