L’Intervallo – Leonardo di Costanzo (2012)

“Kafeste yaşayan kuşlar sen kapıyı açsan bile bazen uçup gitmezler; istemediklerinden değil ama cesaret edemezler”

Kaçırılarak bir binada tutulan genç bir kız ile kaçmaması için ona nöbetçilik yapmaya zorlanan genç bir oğlan arasındaki arkadaşlığın hikâyesi.

İtalyan belgesel sinemacı Leonardo di Costanzo’nun ilk konulu sinema filmi. Napoli’nin mafya ve çetelerin hâkim olduğu sokaklarından çekilip alınmışa benzeyen iki genç karakterin içinde bulundukları garip koşullar altında gelişen arkadaşlığını hemen tamamı, terkedilmiş bir bina içinde ve etrafında geçen bir hikâye ile anlatan film belgesel ve minimalist sinemaya yakın duran anlatımı ile herkese göre değil ama bu kendine özgü büyüme hikâyesi sıkı sinemaseverlere hayli çekici gelebilecek yanlara da sahip.

Babası ile birlikte el arabası ile limonlu buz satan 17 yaşındaki oğlan ile mahalledeki çetenin reisi tarafından başka mahalleden (dolayısı ile başka çeteden) bir erkekle çıktığı için cezalandırmak amacı ile kaçırılan bir genç kızın, erkeğin yapmaya zorlandığı nöbet görevi sırasında tanışmasını, başta çekişme ile başlayıp sonra dayanışmaya dönüşen ilişkilerini ve beklenen bir şekilde sona eren hikâyelerini anlatıyor filmimiz. İki gencin rutin hayatlarına filmin çok iyi seçilmiş isminin vurguladığı gibi bir gün boyunca bir “ara” verdikleri bu hikâye bir yandan onların çocukluktan gençliğe geçişlerinin sembolü olurken diğer yandan ağızda acı bir tat bırakan gerçekçi ve ekonomik finali ile bu sıradan küçük insanların güçlü insanların sınırlarını çizdiği hayatları sürmekten başka bir seçenekleri olmadığını etkileyici bir şekilde söylüyor bize. Terk edilmiş büyük bir bina kompleksinin pis ve boş mekanlarında ve binanın etrafındaki bahçelik alanda geçen hikâye iki karakterin binayı birlikte keşfetmelerini adeta son çocukluk mecerası olarak sadelik içinde anlatırken finalde artık onları genç – daha doğrusu hayatlarının aslında nasıl olduğunu ve bundan sonra nasıl olacağını kabullenmelerini sağlayan bir “olgun” yaşta- olarak gösteriyor bize. Sadece sabahtan akşama kadar süren bu “ara” bu iki insanın belki de ömürleri boyunca ama hep uzak ve imkânsız bir düş olarak hatırlayacakları bir kısa hikâye oluyor sonuç olarak.

Filmin çoğu ilk veya ikinci filmlerinde oynayan oyuncuları içinde hikâyenin hemen tamamında nerede ise tek başlarına karşımıza gelen iki genç oyuncu öne çıkıyor doğal olarak. Erkeği oynayan Salvatore Ruocco babasını oynayan ama filmde küçük bir rolü olan Antonio Buíl bir yana bırakıırsa filmin en tecrübeli aktörü ve farklı fiziğini de rolünün emrine ustalıkla veriyor. Hüzünlü, çekingen ama sıcaklığı özleyen bakışları ile karakterinin filmin en dokunaklı yanlarından biri olmasını sağlıyor. Başta kendisini aşağılayan ama zamanla onunla ortak bir mutsuzluğun sahibi olduğunu anladıkça yakınlaşan genç kızı canlandıran Francesca Riso ise bu ilk oyunculuk tecrübesinde doğal oyunu ile adeta kendi hayatını canlandırıyor gibi ve aksamayarak Ruocco’ya eşlik etmeyi başarıyor. İki oyuncunun bu doğallığı filmin hem lehine hem aleyhine olan bir durumun da sembolü adeta. Başta Venedik filmi festivalindekiler olmak üzere İtalya’daki pek çok ödülün sahibi veya adayı olan filmin senaryosunun yeterince “çatışma” içermemesi yönetmenin, belgesel sinemadan gelen karakterlerini doğal ortamlarında ve müdahale etmeden bize gösterme –daha doğrusu tanıklığımıza fırsat sağlama- alışkanlığının gerçekçi bir kurgusal sinema karşılığını oluşturabildiğini gösteriyor ama öte yandan bu gerçekçilik hikâyenin gereğinden fazla beklendiği gibi ilerlemesine neden oluyor. Çoğunlukla sadece iki karakterin karşımıza geldiği ve usta İtalyan isim Luca Bigazzi’nin imzasını taşıyan görüntüler, Bigazzi’nin mekanın bir dezavantaja dönüşebilecek çıplaklığını akıllıca kullanımı ile filme dinamizm katıyor ama bu dinamizmin filme yeterli enerjiyi sağladığını söylemek zor.

Binanın havaalanının yakınında olması nedeni ile sürekli bir uçak sesini kendisini hissettirdiği film bu ses kurgusu ile kahramanlarımıza içinde bulundukları anın sadece kısa bir ara olduğunu ve asıl hayatın dışarıda onları beklediğini etkileyici bir şekilde anlatıyor. Kahramanlarımızın birbirlerine anlattıkları küçük hikâyeler ve bulundukları mekandaki eski bir genç kız fotoğrafı üzerinden binanın geçmişteki fonksiyonunu anlamamızı sağlayan “hortlak” hikâyesi senaryonun bu ince ve zarif –ama kesinlikle üzerinde uğraşılmış görünmeyen doğal bir incelik bu- filme sağladığı kimi katkıların örnekleri olarak gösterilebilir. Bina çocukluğun son anlarının yaşandığı fantastik bir dünyanın sembolü olurken, karakterlerimiz binanın dışına çıktıklarında çocuklukları da sona eriyor ve gerçek hayatlarının o soğuk ve gri dünyasında buluyorlar kendilerini. Filmin tüm gerçekçiliği yanında sosyal ve politik bir analizden uzak durması eleştirilebilir belki ama filmin yaratıcılarının tercihi düzenin analizinden çok onun kurbanı olan iki karakter üzerinden anlatmak olmuş derdini ve bu tercihe de saygı duymak gerektiğini düşünüyorum. Filmin bir yere varmıyor olması, içindeki çete veya mafya unsurlarına rağmen bu konuya hemen hiç değinmemesi ve sıradan bir seyirciyi pek de mutlu etmeyecek “hiçbir şey olmuyor” gerçeğine rağmen ilgiyi hak ediyor bu italyan filmi ve yönetmeni Costanzo’nun bundan sonraki çalışmaları için de beklentiyi yükseltiyor.

(“The Interval” – “Ara”)