Bellissima – Luchino Visconti (1951)

“Çocuğu nasıl istersiniz, kıvırcık mı düz saçlı mı? Kekeme mi peltek mi? Sizi en çok güldüren hangisi!”

Küçük kızının bir filmde rol alarak sinema yıldızı olabilmesi için fedakârlıklarda bulunan bir kadının hedefine ulaşmak çabalarken yaşadıklarının hikâyesi.

Senaryosunu Cesare Zavattini’nin orijinal hikâyesinden Luchino Visconti, Francesco Rosi ve Suso Cecchi D’Amico’nun yazdığı, yönetmenliğini Visconti’nin yaptığı bir İtalyan filmi. Sinema tarihinin en önemli isimlerinden biri olan Visconti’nin İtalyan Yeni Gerçekçilik akımının yaratıcılarından Zavatti’nin eserinden yola çıkan filmi, son zamanlarındaki örneklerinden birini verdiği bu akımdan yavaş yavaş uzaklaştığını gösteren bir çalışma da olmuştu. Sinemanın (ve Yeni Gerçekçilik akımının) büyüsünü ama bir yandan da hayalleri, duyguları ve umutları sömüren yapısını anne rolündeki Anna Magnani’nin muhteşem performansı ile anlatan film, bu sanatın tarihindeki önemli “kendine bakma” örneklerinden de biri olmuştu. Trajikomik olarak adlandırılabilecek anları, Visconti’nin kendini öne çıkarmayan ve sadeliği ile dikkat çeken sinema dili ve toplumsal / ekonomik sınıflar arasındaki sınırların kolay kolay aşılamaz doğasını güçlü bir biçimde dile getirmesi ile çok önemli bir yapıt.

Sinemanın kendisine baktığı ve bu sanatın önemli örnekleri arasına giren pek çok yapıt var ve kendisine hayran Hollywood da doğal olarak bu alana sık sık el attı. Charlie Chaplin’in 1916 tarihli sessiz filmi “Behind the Screen”in ilk örneklerinden biri olduğu bu öyküler arasında Joseph L. Mankiewicz’in 1950 yapımı “All About Eve” (Perde Açılıyor), Robert Altman’ın 1992 tarihli “The Player” (Oyuncu) ve Gene Kelly ile Stanley Donen’ın birlikte yönettikleri 1952 yapımı “Singin’ in the Rain“ (Yağmur Altında) gibi bugün de keyifle izlenen yapıtlar var. Amerikan sineması sinemanın büyüsünü ve kitlelerin hayallerinin kaynakları olmasını da ele aldı ve Woody Allen’ın 1985’te çektiği “The Purple Rose of Cairo” (Kahire’nin Mor Gülü) gibi yine önemli pek çok öykü anlattı bize. Elbette sadece ABD’ye özgü değil bu tür hikâyeler; örneğin İtalyan sinemasında da farklı örnekler var bu alanda. Bunlardan Federico Fellini’nin 1963 tarihli filmi “Otto e Mezzo” (Sekiz Buçuk) bir başyapıttır örneğin ve Giuseppe Tornatore’nin 1988’de çektiği “Nuovo Cinema Paradiso” (Cennet Sineması) geniş kitlelerin de ilgisini çekmiştir. Visconti’nin üçüncü uzun metrajlı filmi olan “Bellissima” ise Anna Magnani’nin şahsında, sinemanın en şaşaalı yıllarında sıradan insanları nasıl büyülediğini ve onlara nasıl -sahte- hayaller sunduğunu anlatmaya soyunuyor ve bu meseleye oldukça içeriden bakabilmesinin sağladığı avantaj ile hem eğlenceli hem güçlü bir yapıt, bir başyapıt olmayı başarıyor.

İtalyan radyo ve televizyon kurumu RAI’nin korosu tarafından seslendirilen ve koronun görüntüsünün de eşlik ettiği bir eseri dinliyoruz açılış jeneriği boyunca. Donizetti’nin “L’elisir d’amore” (Aşk İksiri) adlı lirik operasından bir bölüm bu ve librettoda geçen “Bellissima” sözcüğünden alıyor film adını. Dilimize güzeller güzeli olarak çevirebileceğimiz bu kelime, Anna Magnani’nin canlandırdığı Maddalena’nın, kızı Maria’yı (sinemadaki ilk ve tek filminde karşımıza çıkan küçük oyuncu Tina Apicella) -tüm anneler gibi- nasıl gördüğünü anlatıyor. Radyodan yapılan bir anons ile açılıyor hikâye; bir film şirketi yeni çekecekleri hikâyede önemli bir rol alacak, bir küçük yıldız arayışındadır. Tam bir sinema hayranı olan Maddalena yüzlerce anne gibi kendisini Cinecitta stüdyolarındaki seçmelere atar. Emekçi sınıfındandır Maddalena ve iğne yapmak için evlere giderek ailesine katkı sağlamaya çalışmaktadır. Kocası da elinden geleni yapmaktadır ve bir ev alabilmenin hayalini kurmaktadırlar ama hayli borçları da vardır. Kadın için sinema bir büyü ve kızı için de bir kurtuluş umudu demektir: “Çünkü ben kızımın önemli biri olmasını istiyorum. Evet, önemli biri olmasını istiyorum. Buna hakkım yok mu? Yoksa bu bir suç mu? O bir ezik olmamalı, kimseye muhtaç olmamalı, benim gibi dayak yememeli”. Maddalena’nın sinemanın büyüsü içinde nasıl kaybolduğunu gösteren bir sahnede onu bir açık hava sinemasında Howard Hawks’un 1948 yapımı “Red River” (Kızıl Nehir) filminde John Wayne ve Montgomery Clift’i izlerken görüyoruz. Kadın gördüğü geniş otlaklara ve sürünün nehirden geçirilmesine hayranlığını dile getirirken, kocasının “uydurma bunlar” sözlerine de itiraz ediyor. Özel oyunculuk derslerinden fotoğraf çekimlerine bale derslerinden tül kıyafetlere hiçbir harcamadan çekinmiyor kadın ve çocuğunun deneme çekimlerinde öne çıkarılması için rüşvet vermekten de kaçınmıyor.

Çekilecek filmin adının “Oggi – Domani – Mai” (Bugün – Yarın – Asla) olması sinemaseverlerin akılına hemen İtalyan sinemasının klasiklerinden birini getirecektir kuşkusuz. Senaristleri arasında bu filmin öyküsünü yazan Cesare Zavattini’nin de olduğu ve yönetmenliğini tıpkı onun gibi İtalyan Yeni Gerçekçilik’inin en önemli isimlerinden biri olan Vittorio de Sica’nın yaptığı 1963 tarihli “Ieri, Oggi, Domani”ye (Dün, Bugün, Yarın) on iki yıl geçmişten yapılan ilginç bir gönderme bu. Meraklısı için, Maria’nın seçmelerde okuduğu şiirin vatansever eserleri ile tanınan İtalyan şair Arnaldo Fusinato’nun 1849 tarihli “Addio a Venezia”sı olduğunu ve şiirin o yıl Avusturya ordusunun saldırısına direnemeyerek teslim olan Venediklerin duygularını yansıttığını da belirtelim. Kuşkusuz Maria’nın yaşı ve oyuncu seçmeleri için pek de uygun bir tercih değil bu şiir.

Visconti Cinecitta stüdyolarında yapmış çekimlerin önemli bir kısmını ve hikâyesine bu şekilde kattığı gerçekçiliği başka unsurlarla da desteklemiş. Örneğin Yeni Gerçekçilik akımını etkileyen senarist ve yönetmen Alessandro Blasetti filmde kendi adını taşıyan bir yönetmeni, dolayısı ile kendisini canlandırmış ve pek çok oyuncu da amatörler arasından seçilmiş. Bu arada açılışta radyo sunucusu olarak karşımıza çıkan Corrado Mantoni’nin yanında, Luigi Filippo D’Amico ve Mario Chiari gibi sinemacıların da kendilerini canlandırdığına dikkat etmekte yarar var. Bu seçimlerde önemli bir görev üstlenen Magnani’nin eşini canlandıran ve aslında bir kasap olan Gastone Renzelli de bu amatör isimlerden biri. Filmin önemli bir başarısı bu oyunculardan alınan doğal performanslar; eski filmlere özgü olarak bol konuşmalı ve İtalyanlara özgü olarak hayli yüksek sesle konuşmalı bu filmde Magnani’nin oyunculuğu ise dört dörtlük. Hikâyenin gerektirdiği gibi tam bir “İtalyan anne” olmuş oyuncu ve kızı için her türlü fedakârlığa katlanmaktan ve oyuna girmekten çekinmeyen karakterini dans okulundaki sahneden seçmelere ve komşularının gözleri önünde kocası ile tartıştığı sahneye tam da olması gerektiği gibi gürültülü ve doğal bir hamlıkla canlandırıyor. Usta oyuncu Bette Davis’in onun buradaki performansı için “göz alıcı, özgür ve volkanik bir güce sahip” ifadesini kullanması Magnani’nin başarısının en güçlü kanıtlarından biri olsa gerek.

Senaryo aslında dramatik, hatta belki de trajik bir öykü anlatıyor ama seyircisini eğlendirmeyi de başarıyor belli bir ölçüde ve bunda yine Magnani’nin çok önemli bir payı var. Bunun yanında senaryo, sinema dünyasındaki ayak oyunlarını, umut sömürüsünü ve yaratılan hayal dünyasını da hem komedisinin hem dramının parçası yapıyor. Üstelik gerçekleşmeyen bir romantizm hayalini de ustaca yerleştiriyor hikâyeye; Maddalena ile onu kızı ile ilgili hayalini gerçekleştirmesine yardımcı olma vaadi ile sömüren Alberto (Walter Chiari) arasında bir göl kenarında geçen sahne öykünün tüm gürültülü karmaşası ve kaosu içinde beklenmedik bir dinginlik ve “kaybolan yıllar” ânı sunuyor seyirciye. Sahne Maddalena’nın kızı ile ilgili hayallerinin aslında bir bakıma kendisi için olduğunu da ima eden oldukça çekici bir bölüm.

Jean-Luc Godard “Sinema dünyadaki en güzel sahtekârlık” demiş; Visconti’nin filmi işte bu sahtekârlığı yaratanların büyüledikleri insanlara ihanet ettiğini ve ikiyüzlülüklerini anlatıyor bir bakıma. Bu bağlamda değerlendirince ve üstelik filmin Yeni Gerçekçilik’in temsilcilerinin yarattığı bir yapıt olduğunu düşününce, sinemanın kendisine yönelttiği en sert eleştirilerden biri olduğunu söyleyebiliriz yapıtın. Bunu yaparken film bir başka saptama ve eleştiriyi de alıyor gündemine; sinemanın -özellikle o dönemde- yoksullara ve emekçi sınıfına sunduğu boş hayallerle onları avuttuğunu ve bu hayallerin en boş olanının da “sınıf atlama” ile ilgili olduğunu dile getiriyor. Maddalena’nın finaldeki seçimi de (“Çocuğu uyandırma, çocuğu uyandırma”) onun hem bu gerçeği kabulünü hem de onurunu korumayı tercih ettiğini gösteriyor ve pasif de olsa bunu aslında bir direniş olarak sunuyor bize.

Zavattini öyküsünü yazarken Alessandro Blasetti’nin “Prima Comunione” adlı filmine oyuncu ararken yaşanan bir olaydan esinlenmiş. Çocuğunun filme seçilmesi için çılgıncasına uğraşan ve gördüğü herkese kızının ne kadar güzel (“Bellisima”) olduğunu söyleyen bir anneden çok etkilenmiş Zavattini ve Blasetti ikilisi. Yeni Gerçekçilik ile aslında çok da yakın bir ilişki içinde olmayan Visconti’nin bu akımdan uzaklaşmaya başlamasının ilk örneği olan film işte bu etkilenmenin farklı izlerini de taşıyor. Örneğin Maddalena’nın projektör odasından, kızının deneme çekimlerini izleyen sinemacıları seyrettiği ve onların verdiği tepkilere tanık olduğu sahne duygusal boyutu ile çok etkileyici. Dönemin filmleri sessiz çekip sonradan dublaj yapma geleneğinin aksine, Visconti’nin sesli çekmesinin de önemli bir katkı sağladığı (özellikle Magnani’nin zaten çok güçlü olan performansını daha da üst bir boyuta taşımış böylelikle Visconti) yapıt 1950’li yılların en önemli yapıtlarından biri ve hem sinemanın büyüsünü hem bu büyünün arkasındaki “sahte dünya”yı hatırlatması ile de ilgiyi hak ediyor.

(“Beautiful” – “Güzeller Güzeli”)