“Anlaman gereken şeyler var. Siz Batı’ya taşınalı çok oldu. Sen insanın hayatının kendisine ait olduğunu düşünüyorsun. Doğu ile Batı’nın farkı da bu. Doğu’da bir insanın hayatı bir bütünün parçasıdır; aile, toplum… Ona doğruyu söylemek istiyorsun; çünkü onun yerine sorumluluğu almaktan korkuyorsun, çünkü bu çok büyük bir yük. Ona söylersen suçlu hissetmen gerekmeyecek. Ona söylemiyoruz; çünkü bu duygusal yükü taşımak bizim görevimiz”
Ölümcül bir hastalığa yakalandığını ve çok kısa bir ömrü kaldığını öğrendikleri büyükannelerine bu kötü haberi vermemeye karar veren ve bir düğünü vesile ederek ona veda etmeyi planlayan bir ailenin hikâyesi.
Lulu Wang’in yazdığı ve yönettiği bir ABD – Çin ortak yapımı. Wang’in kendi büyükannesinden yola çıkarak yazdığı ve “This American Life” adındaki radyo programında “What You Don’t Know“ adı ile yayınlanan hikâyesinden yola çıkarak hazırladığı senaryo ölüm, vedalaşmak, Batı-Doğu farkı ve Çin kökenli Amerikalılar üzerine zarif ve dokunaklı bir filme kaynaklık etmiş. İlk kez gösterildiği Sundance’de Seyirci Ödülünü kazanan film kişisel bir hikâyenin dürüstlükle anlatıldığında nasıl geniş bir kitlenin ilgi alanına girebileceğini ve bu tür bir öykünün sosyal meseleleri de doğal bir parçası yapabilmesinin gerekli olduğunu göstermesi ile önemli bir yapıt. Hastalığı nedeni ile çok kısa bir süre içinde ölecek bir insana bu gerçeği söyleyip söylememek konusunda seyirciyi de düşündürtmeyi başaran çalışma yaşam sevgisini de incelikle geçirebiliyor seyircisine.
Wang’in hikâyesini ilk kez yayınladığı radyo programı 1995’te buluşmuş dinleyici ile ilk defa ve günümüzde de devam ediyor. İki sezon boyunca televizyona da uyarlanan bu program birden fazla filme de kaynaklık etmiş (Kurt Eichenwald’ın programın bir bölümünden esinlenerek yazdığı aynı adlı kitabından uyarlanan Steven Soderbergh filmi “The Informant!” bu filmlerden biri). Wang kendi hayatında çok önemli bir yeri olan hikâyeyi, hatta içerdiği otobiyografik unsurları düşünürsek hayatının önem taşıyan bir bölümünü anlattığı yapıt tıpkı hayatın kendisi gibi acı ve tatlı bir film. Son evre akciğer kanserine yakalanan bir yaşlı kadın olan büyükannesinin hikâyesini komediyi ve dramı çekici bir alçak gönüllülük ile birleştirerek ve hayatının önemli bir parçası olan iki kültürlülük ile yoğurarak anlatan Wang’in filmi açılış jeneriğinde söylendiği gibi “Gerçek bir yalan”dan uyarlanmış. Hikâyemizin kahramanı olan Billi New York’ta yaşayan Çin kökenli bir Amerikalı. Sade performansı ile özellikle eleştirmen ödüllerinin pek çoğuna aday olan ve kazanan oyuncu ve şarkıcı Awkwafina’nın (gerçek adı Nora Lum olan Çin kökenli Amerikalı oyuncu) canlandırdığı 30 yaşındaki kadın çok küçükken gelmiştir ABD’ye ailesi ile ve hikâyenin başında öğrendiğimize göre çok ihtiyacı olan bir akademik burs için yaptığı başvuru reddedilmiştir. Çin’de yaşayan büyükannesinin çok yakında öleceğini, tüm ailesinin ortak kararı olarak bu gerçeğin yaşlı kadına söylenmediğini öğrenir. Aile bir düğünü gerekçe göstererek Çin’de bir araya gelecek ve bu düğünü aile büyüklerine veda olarak değerlendirecektir. Billi’nin Çin’e gelmesi beklenmemekte ve tercih de edilmemektedir; çünkü duygusallığı yüzünden gerçeği büyük annesinden saklayamayacağı düşünülmektedir.
Batı’nın bireysel bakışı ile Doğu’nun bütünsel bakışını karşılaştırıyor bir bakıma film gerçeği söyleyip söylememe tartışmaları üzerinden. “Çinlilere göre, biri kanser olursa ölür. Onu öldüren kanser değil, korkudur” diyor karakterlerden biri yalan konusunda tereddüdü olan genç kadına ve büyükannenin kendisinin de ilk kocasından adamın hastalığını gizlediğini hatırlatıyor. Billi “Peki ya veda etmek istiyorsa?” cümlesi ile dile getirdiği sorgulamasını sürdürse de ailenin kararına uyuyor diğerleri gibi. Büyükannenin ressam olan oğlu ailesi ile birlikte Japonya’da yaşarken, Billi’nin çevirmenlik yapan babası ise ailesi birlikte ABD’ye yerleşmiştir yirmi beş yıl önce. Filmde pek çok kez tekrarlanan yemek sahnelerinin baş konusu da temel olarak hep Çin ile ABD karşılaştırması üzerinden üretilen, Doğu ile Batı’nın farklılığıdır. Sadece aile içinde konuşulan bir konu da değildir bu; örneğin kahramanımızın kaldığı oteldeki görevlinin kadına büyük bir merakla sorduğu hangisinin daha iyi olduğudur, ABD mi Çin mi? Hızla büyüyen ve dünyanın süper güçlerinden biri olan Çin’de yaşayanların, ülkelerini diğer süper güçlerle kaçınılmaz kıyaslamasının sonucudur bu merak elbette ama filmimiz için aynı zamanda iki kültürlü olmanın ve/veya arada kalmanın dile getirilmesinin de aracı olur. Wang’in bağımsız yapımı tüm bu derin konuları alçak gönüllü bir filmin sınırları içinde ele alabiliyor elbette ama önemli olan, mesele edindiklerini mesaj kaygısına kapılmadan ve hikâyesinin akışının doğal bir parçası olarak aktarabilmesi.
Bugünkü Çin’le ilgili gözlemleri de -sınırlı sayıda olsa da- hikâyeye yedirmiş Wang. Billi havaalanından şehre giderken ve dönüşünde karşımıza çıkan dev inşaat görüntüleri, kadının çocukluğunun geçtiği mahallenin artık ortada olmaması, oteldeki mafya kılıklı tipler ve çeşitli toplumsal baskı örnekleri (cenazelerde beklentileri karşılayacak mutsuzluk havasını verebilmek için tutulan profesyonel ağlayıcılar; hamilelik kuşkusu yaratma korkusu nedeni ile, erken görünen bir evliliği izah etme çabaları vs.) Çin’le ilgili gözlemlerin aktarılma isteğinin sonucu; ne var ki örneğin o inşaat görüntüleri pek de bir yere oturmuyor hikâyede. Kadının odasına hem ABD’de hem Çin’de minik bir kuşun girmesi ise iki farklı dünyayı birbirine bağlayan bir metafor olarak kullanılmış olsa gerek ama açıkçası zayıf bir ilişkilendirme olmuş bu.
“Hayat sadece yaptığın şeyler değildir; hayat yaptıklarını nasıl yaptığındır” cümlesinin sadece babaannesinin kahramanımıza bir öğüdü değil, hikâyenin pozitif yaklaşımlarından da biri olduğu filmde Alex Weston imzalı orijinal müzikler kırılgan sadelikleri ile hikâyenin atmosferine çok uymuş. Wang’in soundtrack için seçtiği şarkılar da benzer bir uyuma sahipler doğru yerlerde kullanımları ile: Eleyna Boynton yorumu ile dinlediğimiz Leonard Cohen şarkısı “Come Healing”, soprano Hyesang Park’ın seslendirdiği ve piyanoyu yönetmenin çaldığı Giordani (bestecinin hangi Giordani (baba veya iki oğlundan biri) olduğu konusunda bir uzlaşma yok aslında ama jenerikte küçük oğul Giuseppe’nin adı geçiyor) aryası “Caro Mio Ben” ve müzik tarihinin en popüler baladlarından biri olan Badfinger’ın “Without You”sunun Fredo Viola’dan dinlediğimiz İtalyanca yorumu vs. Şarkılar tıpkı hikâyenin kendisi gibi güçlü ve sade hüzünleri ile seyirciyi sarıp sarmalıyor. Bu şarkıların son ikisinde “Senza di te” (Sensiz) ifadesinin yer aldığını, hikâyenin bir kaybetme korkusu ve onunla baş etmeyi anlattığını da ekleyerek ilginç bir not olarak belirtmekte yarar var.
Finalde büyükanne karakterinin gerçek görüntüsü ile seyirciye hoş bir sürpriz yapan film içerdiği hüznü keyifli ve sahici görünen anları ile desteklerken “uzun süre sonra bir araya gelen aile bireyleri” gibi sinemanın çok işlediği bir temadan taze bir soluk üretmeyi başarmış. Yüreğe dokunan ama bunu samimiyetle ve duygusal bir sömürüden uzak durarak yapan bu “küçük” hikâye görülmeyi hak ediyor. Hong Konglu oyun yazarı ve senarist Jingan Young, hikâyede ailenin söylediği “iyi yalan”ın Çin Komünist Partisi rejimi altındaki yaşamdaki toplu sanrı için bir metafor olduğunu söylemiş ama Lulu Wang’in bu tür bir politik imada bulunduğu tartışmalı görünüyor. Mesafeler ve oluşan kültürel farklılıkların ayırdığı bireylerden oluşan ailenin bu alçak gönüllü hikâyesi samimiyeti ile de göz doldururken, Wang’in bu öyküyü hayli içeriden bir bakışla anlatması ve büyükanne rolündeki Shuzhen Zhao’nun ilk oyunculuğundaki sevimli ve güçlü performansı gibi önemli kozları da var filmin.
(“The Farewell” – “Elveda”)