Ratcatcher – Lynne Ramsay (1999)

“James, o kanala sakın yaklaşma. Duydun mu beni?”

1973’te Glasgow’un yoksul bir mahallesinde yaşayan 12 yaşındaki bir çocuğun trajik bir olayın daha da kararttığı yaşamının hikâyesi.

İskoç sinemacı Lynne Ramsay’in yazdığı ve yönettiği bir Birleşik Krallık ve Fransa ortak yapımı. Ramsay’in ilk uzun metrajlı filmi olan çalışma Cannes’da Belirli Bir Bakış bölümünde gösterilmiş, yönetmenine oldukça iyi eleştiriler getirmiş ve BAFTA’da En İyi Yeni Sinemacı seçilmesini sağlamıştı. Hikâyenin kahramanı James’i canlandıran William Eadie başta olmak üzere tüm küçük oyunculardan ve onlara eşlik eden yetişkinlerden oldukça sağlam oyunculuklar alan Ramsay sosyal gerçekçilik türüne koyabileceğimiz bu yapıtla oldukça sert bir öyküyü sade ve güçlü bir dil ile anlatıyor. Gösterdiklerinin arkasına bakmaması veya nedenlerine eğilmemesi eleştirilebilecek olsa da, Ken Loach tarzı filmleri sevenlerin kesinlikle görmesi gereken dürüst ve yalın bir sinema örneği bu.

Açılış sahnesi filmin tüm hikâyesinin özeti ve mesele edindiklerinin sembolü olacak kadar doğru ve çekici: Çok ağır gösterimle karşımıza gelen bu sahnede bir pencere önündeki çocuğun perdeye sardığı başı ile kendi etrafında sürekli dönerek eğlendiğini görüyoruz. Perde gittikçe daha sıkı sarıyor başını ama çocuk dönmeye devam ediyor; onun bu eğlencesini bozan ise annesinin azarlaması ve oğlanın başına vurması oluyor. Müziğin olmadığı ve sadece pencerenin dışından, sokaktan gelen seslerin duyulduğu bu sahne çocukluğun masum oyunlarını ve yetişkinlerin sundukları (ya da sunmadıkları) ile bu masumiyeti nasıl yok ediverdiğini gösteriyor. Ardından tanık olduğumuz bir trajik olay bir çocuğun hayatına mal olurken, bir diğerinin de hep içinde tuttuğu ve kimse ile paylaşmadığı bir travmayı yaşamasına yol açıyor. Ramsay’in açılışta yer alan bu sahnelerdeki tarzı filmin sosyal gerçekçiliğine uygun ve onun, hikâyesini gösterdiği sert hayatın gerçeklerine ihanet etmeyen bir dürüstlük ve tarafsızlıkla anlatacağının da kanıtı. Trajik olayda kendi çocuğunun öldüğünü zanneden annenin “Onu sen sandım” diyerek oğluna sarıldığı sahnenin bir örneği olduğu, hayatın sertliklerinin sadelikle ve olduğu gibi gösterildiği, seyircinin duyguları ile oynanmadığı bir yönetmenliği ve hikâyeyi tercih ediyor Ramsay.

1970’lerin Glasgow’unda yoksul bir mahallede geçiyor film. İki kız kardeşi, annesi ve babası ile ve kendilerine küçük gelen, koşulları kötü bir evde yaşayan 12 yaşındaki James hikâyenin kahramanı. William Eadie’nin bu ilk oyunculuk denemesinde ve hemen her sahnesinde göründüğü filmde çarpıcı bir yalınlıkla canlandırdığı James “sessiz karanlığı” ile seyirciyi içine alan yapıtın en önemli kozlarından biri. Sonrasında sadece bir kısa filmde daha oynayan Eadie’nin; yoksulluk, kirlilik ve sertlik içinde bir çocuğun masumiyetinin nasıl ezilip gittiğini ama her fırsatını bulduğunda da çocuklara özgü bir kaygısızlığın tekrar ortaya çıkacağını gösteren karakterini çok iyi kullanıyor Ramsay. Grev nedeni ile çöplerin toplanmadığı, farelerin ve sıçanların çocukların oyuncağı olduğu, pis bir suyu olan kanalın en önemli oyun alanı işlevi gördüğü, ailelerin parçalanmış ya da işlevsiz olduğu bir dünya bu. James’in babası içkiye biraz fazlası ile düşkündür, aileyi ayakta tutan en önemli unsur olan anne ödeyemedikleri kiranın sıkıntısını yaşamaktadır; ailenin en büyük çocuğu olan ablası ise sık sık bir yerlere gitmektedir ve James gibi biz de bu yalnız ve mutsuz görünen genç kızın gittiği yer hakkında bir şey öğrenemeyiz hikâye bittiğinde. James’in yaşadığı hayatın zorlukları bunlarla sınırlı değildir; mahalledeki ergenlik çağındaki gençlerin zorbalıkları, çocukların tamamen kendi hallerine bırakılmış göründükleri uyanan cinsellikleri ve James’in kendisini bekleyen geleceğin karanlığı ile ilgili -bilinçsiz de olsa- gözlemleri de hayatını zorlaştırmaktadır oğlanın.

Ramsay’in 1970’lerdeki İskoçya resminin arkasında yatanla ilgili hiçbir şey söylememesi eleştiriye açık elbette; belki de tam da bu nedenle film bütünsel bağlamda bakınca tam bir başarıdan uzak düşmüş bir parça. James’in bakış açısından değil ama James’e bakarak anlatılan hikâye çok daha güçlü bir etki yaratabilirmiş seyirci üzerinde bu eksiklik giderilmiş olsaydı. Ayrıca Ramsay’in iki sahnedeki tercihleri de fillmin genel tarzı ile uyumsuz görünüyor. Kartopu adındaki farenin ay yolculuğu, hikâyenin kahramanı James değil, Kenny adındaki çocuk olsaydı çok daha anlamlı olurmuş açıkçası ve bu nedenle bir parça gereksiz duran bir fantezi olmuş görünüyor. Sert bir sahnede dökülen kanın dondurmanın üzerindeki kırmızı renkli sos ile örtüştürülmesi de filmin sosyal gerçekçiliği ile uyumlu olmayan bir sembolizmi getiriyor önümüze. Açıkçası tüm bu hususlar filmin genel başarı düzeyini pek de etkilemiyor ve bir iki -ve yine gereksiz görünen- çıplaklık sahnesi gibi filmin başarı düzeyi içinde unutuluverilebilirler kolaylıkla. James’in kırlık bir alanın ortasında inşa edilmekte olan evlerdeki iki sahnesi (bunların ikincisinde ilkinin aksine çocuğun eve giremiyor olması ve birincisindeki “çocukluklar”ını yapamaması oldukça önemli hikâye açısından ve her iki sahne filmin zirve anlarının örneklerinden) ve sondaki gülümsemenin etkileyiciliğini artırdığı finali ile çok başarılı bir film bu çünkü. Baba rolündeki Tommy Flanagan’ın ve anneyi oynayan Mandy Matthews’ın performansları ve Rachel Portman’ın sade ve hikâye ile çok uyumlu müziğinin de katkıları ile Ramsay’ın bu ilk uzun metrajlı filmi yönetmenin sinemaya sağlam ve kalıcı bir adım atabilmesini sağlıyor. Yönetmenin fotoğrafçı geçmişinin her bir karenin içinde yakalanan detaylarla kendisini gösterdiği ve görüntü yönetmeni Alwin H. Küchler’in hikâyenin sert hüznünü başarı ile yansıtan kamera çalışmasının dikkat çektiği film, dürüst bir belgeselin tavrına da sahip olan ve karanlığın içinden bir şiirin göz kırptığı çok önemli bir sinema yapıtı.

(“Sıçan Avcısı”)

Film Ekimi 2011

Hemen tamamen vizyona çıkacak filmleri programına alması ve buna bağlı olarak ana akım sinemanın örneklerinin çokluğu nedeni ile gözümde değerini iyice yitirmeye başlayan bir festival(cik) oldu Film Ekimi. Elbette her festivalde olduğu gibi vizyona çıktığında bir hafta boyunca toplayamayacağı seyirci sayısına bir seansta ulaşan filmleri görmek de hem şaşırttı hem de üzdü. Bir haftada ortalama 35 kez oynayan bir filme vakit ayırıp gidemeyen ama o filmin sadece 3 kez oynadığı bir festivalde ölüm kalım meselesiymiş gibi bilet bulmanın peşinde koşan sinemaseverlerin garipliği çok ama çok ilginç. Ve elbette Emek’i hatırlamanın, başına gelenlerin ve geleceklerin hüzünle karışık öfkesi.

Gelecek (The Future) – Miranda July : İlk filmi “Me and You and Everyone We Know” ile sevdiğim Miranda July’dan yine kendisinin baş rolünde olduğu mizah esintili bir dram. Bu kez ilki kadar çarpıcı olamayan filminde July bir yandan bir kedinin ağzından onun kişisel hayatını anlatırken bir yandan da bir çiftin hikâyesini anlatıyor ama bir süre sonra dağılıp gitmeye başlıyor. Filmi “Dominique Abel – Fiona Gordon – Bruno Rom” filmlerinin soluk bir kopyası olarak görmek mümkün. Kedinin konuşmalarını bir kenara bırakınca keşke bu film de sessiz olsaydı diyebilirsiniz. Bir de kendisini mizahını örtecek kadar ciddiye alması ve “garip, saçma ve komik” yanının bu kez gerçekten “garip, saçma ve boş” bir izlenim bırakması da filme zarar veriyor.

Yeni Başlayanlar (Beginners) – Mike Mills : Bir romantik komedi olmakla eşcinsel hareketinin tarihini anlatmak arasında gidip gelen vasat bir film. Zaman zaman takındığı stilize tavır ve bağımsız havaları filmi kurtarmaya yetmiyor ve her filmin bir derdi olması kuralı üzerinden bakıldığında da sınıfta kalıyor açıkçası. Öne sürer gibi yaptığı ama desteklemek için pek bir şey yapmadığı hüzünlü havası sıradan romantik komedi klişeleri içinde kayboluyor çoğunlukla. Babanın eşcinsel aşkının hüznü ve sitemi de arada kaynıyor.

Bisikletli Çocuk (Le Gamin au Vélo) – Jean-Pierre Dardenne, Luc Dardenne: Dardenne kardeşlerden bir başka parlak film örneği daha. Yine toplumun alt sınıflarından seçtiği karakterleri, sosyal bir konuyu ele alan hikâyeleri ve takındıkları sorumlu tutum ile filmlerini cazip kılmayı başarmışlar. Önceki filmlerinin aksine bu kez “mutlu” bir son ile seyircisini şaşırtan ve hatta müziğe de yer veren yönetmenler çocuk oyuncu Thomas Doret’nin muhteşem performansı ve bana hep Ken Loach’ın Belçika’daki ruh ikizleri olduklarını düşündüren tarzları ile takdiri hak ediyorlar. Derdi olan bir sinemanın güzelliğini hatırlatan ve Avrupa sinemasının son dönemde pek çok filmde karşımıza getirdiği bize sunulan değil bizim yarattığımız aileyi gündemine alan sıcak ve hayli duygusal bir film.
(“The Kid with a Bike”)

Elena – Andrei Zvyagintsev : Bu üçüncü filminde Zvyagintsev beni bir kez daha kendisine hayran bıraktı. Bu kez daha düz bir hikâye anlatır gibi görünse de, yönetmen günümüz Rus toplumunu bir film süresi içinde tüm çıplaklığı ile açık ediyor. Sakin ve yavaş görünümü altında karşımıza getirdiği çarpıcı tespitleri, gerçekçilikleri ile tüyler ürperten karakterleri ve diyalogları ve Yelena Lyadova’nın “saf” oyunculuğu ile gerçek bir sanat eseri seyretmenin hazzını yaşatan film o mutlaka görülmesi gereken türden bir çalışma. Belki yönetmenin önceki iki filmin yarattığı yüksek beklentinin bir parça altında kalıyor ve o filmlerin aksine farklı okumalara kapalı ama bu kez yönetmen daha doğrudan ve çıplak bir halde anlatıyor hikâyesini ve yine başarıyor.

Aşkın Formülü Yok (I Rymden Finns Inga Kanslor) – Andreas Öhman : İsveç sinemasından bir ilk film. Yeterince sıcak, yeterince komik, yeterince hüzünlü ve işte belki tam da bu nedenlerle benzerlerinden farklılaşıp kendine özel bir yer edinemiyor. Bir parça fazlası ile kolaya kaçıyor ama yine de baş oyuncusunun sempatikliği ve doğallığı ile de ilgiyi hak ediyor. Avrupa sinemasından çok bağımsız Amerikan filmlerinin esintisini taşıyan film kısa süresine rağmen gereksiz uzun tutulmuş bir havaya da sahip. Yine de rahatça seyredilip, sinemadan keyifle çıkılabilir.
(“Simple Simon”)

Kevin Hakkında Konuşmalıyız (We Need to Talk About Kevin) – Lynne Ramsay: Sadece Tilda Swinton’ın varlığı için bile görülmeyi hak eden bir film. Bir oyuncu nasıl bu kadar muhteşem olabilir, görmeden hayal etmek mümkün değil. Çarpıcı ve özellikle çocuğu olan kadınları hayli etkileyecek yapısı ile de dikkat çeken film belki sinemasal açıdan daha olgun bir yönetimi hak ediyormuş ama Swinton bu eksikliği nerede ise yok ediyor. Farklı zamanlar arasında gelip giden anlatım tarzının trajedinin çarpıcılığının ve kadın kahramanın yaşadıklarının etkisini hayli artırdığı da açık. Galiba filmin temel kusuru eksik kalan olgunluğunun da dozunu artırdığı bir bütünsellikten yoksunluk hali.