Mon Roi – Maïwenn (2015)

“Çünkü bana göre bir kocanın, bir babanın bocalamaması gerekir. Her şeyi bir arada tutması gerekir. Her durumda güçlü olması gerekir. Titreyen ya da altını pisleten bir adam olmamalı, anlıyor musun? Beni güçlü görmeni istedim. Kötü olduğum anlar sadece bende kalsın, sadece beni ilgilendirsin istedim; çünkü öyle anlarda gerçek bir pislik gibi davranabileceğimi biliyorum. İçten içe, aslında öyle bir adam olduğumu biliyorum”

Kayak yaparken geçirdiği bir kazanın ardından bir rehabilitasyon merkezinde tedavi gören bir kadının bir erkekle olan fırtınalı ilişkisinde yaşadıklarını sorgulamasının hikâyesi.

Etienne Comar ile birlikte yazdığı senaryodan Maïwenn’in çektiği bir Fransa yapımı. Sinemacının Fransız iş adamı Jean-Yves Le Fur ile olan evliliğinden ilham aldığı söylenen film başrol oyuncularından Emmanuelle Bercot’ya Cannes’da -Rooney Mara ile paylaştığı- bir En İyi Kadın Oyuncu ödülü getirmiş ve onun başarılı performansı ile bir ilişkinin dikkat çeken bir analizi olarak ilgi görmüştü. Bir aşkın neden özellikle o iki kişi arasında oluştuğu ve ilişkinin taraflarının birbirlerini gerçekte ne kadar tanıyabilecekleri üzerine düşündürten film, kadın karakterin fiziksel tedavisi ile anılar üzerinden ilerleyen ruhsal tedavisini birlikte anlatıyor. Hikâye basit ama pek çok kişi için tanıdıklığı ile kesinlikle çekici, Bercot ve ona eşlik eden Vincent Cassel ve Louis Garrel’in performansları oldukça güçlü; ne var ki film her anında hedeflediği güce erişemiyor ve yeterince orijinal görünmüyor anlatılanlar.

Film Maïwenn Le Bosco için hayli kişisel anlamı olan bir yapıt olarak ortaya çıkmış: Hikâye kendi ilişkisinden yola çıkarak oluşturulurken, filmi büyükbabası (yönetmenin aralarında “Polisse”inin de olduğu iki filminde oynayan ve 2017’de hayatını kaybeden Cezayir asıllı Abdelkader Belkhodja) ve büyükannesine (eşi gibi komünist bir aktivist olan Jeanne Belkhodja) ithaf etmiş sanatçı ve yardımcı rollerden birinde de kendisi gibi oyuncu, yönetmen ve senarist olarak çalışan Isild Le Bosco’ya yer vermiş. Emmanuelle Bercot’nun canlandırdığı Tony karakterinin oyuncunun önemli katkısı ile de derinliğine ele alınabilmiş olması da Maïwenn’in bir bakıma kendisini anlatmış olmasının bir sonucu olsa gerek. Peki bu denli “kişisel” bu film ne anlatıyor? İlk evliliği boşanma ile sonuçlanmış bir kadın bir gece kulübünde çekici bir erkekle tanışır, hemen bir aşka dönüşen ilişkileri evlilik ve bir bebekle devam etse de ilk dönemden sonrası tam bir karmaşa, çatışma ve anlaşmazlıkla dolu birer hayat getirecektir ikisine de. Aralarındaki aşk ve tutku varlığını hep korusa da, adamın kadına söylediği “Gerçek şu ki ben seni görmek istiyorum çünkü seni seviyorum. Sen beni seviyorsun ve tam da o yüzden benden uzak duruyorsun” sözleri ve kadının bir başka sahnedeki “Seni aslında hiç tanımıyorum. Birbirimizi tanımıyoruz” açıklaması aralarındaki aşkın sonuçsuzluğu ile ilgili iyi bir fikir veriyor seyirciye. Georgio adlı erkeğin de belirttiği gibi “İnsanları terk etme nedenimiz bize başta onları çekici kılanla aynı şey”dir belki de.

Bir “ne seninle ne de sensiz” hikâyesi bu ve -bir parça abartarak söylersek- Çağan Irmak’ın “Issız Adam”ının “Evlenselerdi, ne olurdu?” versiyonu. En yüksek nokta ile en alçak arasında gidip gelen, en aydınlık ile en karanlık arasında dönüşüm geçirip duran ilişkiyi kadın açısından ele alır gibi görünse de, diyaloglar ve eylem(sizlik)ler aracılığı ile erkeğin duygularının ve motivasyon faktörlerinin de yansıdığı senaryo hikâyeyi seyirci için genellikle hep ilgi çekici bir konumda tutuyor. Filmin buradaki en orijinal buluşu, kadının kazadan sonra -herkesin yatmak isteyeceği türden!- bir rehabilitasyon merkezinde geçirdiği fizik tedavi sürecinin (bedensel iyileşmenin) paraleline hatırladıkları üzerinden bir ruhsal iyileşmeyi (ya da çabasını en azından) yerleştirmesi. Her ikisi de acılıdır bu süreçlerin ama ilkinde hem doktorların sağladığı profesyonel destek hem de merkezdeki diğer hastaların arkadaşlığı ve desteği yanındadır kadının; ikincisinde ise yalnızdır ve yaşadıkları ve yaşayacaklarını kendisi anlamak ve çözmek durumundadır. Louis Garrel’in karakterinin sevimliliğine yakışır bir performansla oynadığı erkek kardeşinin uyarıları ve yardımı ise kadının tercihleri yüzünden pek bir işe yaramamaktadır. Ruhsal arınma sürecini başlatan, Tony’nin gittiği psikologun “Neden özellikle bugün düştün?” sorusu ve yine onun bir kitaptan okuduğu “Dizdeki acı o insanın hayatındaki bir acıyı kabullenmekte zorlandığına işaret eder” cümlesi senaryoya göre bir tetik işlevi görse de açıkçası oldukça “popüler” bir ucuzluk içeriyor (Pskikolog da ucuzluğu değil ama popülerliğini kabul ediyor bu sözlerinin) film adına.

Aşkınız ve / veya çocuğunuz için sizi yıpratan bir ilişkiye ne kadar katlanabilirsiniz sorusu üzerinden ilerleyen film pek çok kişi için kendi hayatlarından çok da mutlu olmayan hikâyeleri çağrıştıracak olması ile belli bir ilgiyi garantiliyor baştan. Bu avantaj, seyrettiğimizin yeterince orijinallik içermemesi problemini de örtüyor bir parça. Anlatılan ilişkide sorunlu taraf ağırlıklı olarak erkek olsa da, kadın da izin verdikleri ile bu sorunun sürekliliğine katkı sağlıyor. Böylece ilişkinin iki tarafı ile de tam bir özdeşleşmeyi engelliyor hikâye ki gerçekçilik adına doğru bir seçim bu. Finalin yoruma açıklığı da film adına doğru yapılan bir tercih olmuş ve adı da benzer bir isabete sahip. Türkçede “Kralım” anlamına gelen bu ad kadının âşık olduğu erkeği oturttuğu konumu gösteriyor; senaryo aslında tam da bunu eleştiriyor ve erkeğin bir sahnede söylediği gibi “öküzlerin kralı” olan bir adamı tahta oturtan bir kadın yaşayacağı travmaları getiriyor karşımıza. Sevgili olmayı çok iyi bilen ama eş (ya da hayat boyu bir partner) olmaya karakteri ve gücü yetmeyen bir erkeğe o statüde sahip olmanın olanaksızlığı üzerine bir ilişki analizi olarak özetleyebiliriz filmi bu nedenle.

İkili sahnelerde iki başrol oyuncusunun parlak peformansları ve diyalogların doğallığı sayesinde önemli bir vurucu etki yakalamayı başaran film bu sayede zaman zaman hissettirdiği klişe havayı da kırıyor bir bakıma. Tony’nin rehabilitasyon merkezindeki arkadaşları ile çıktığı araba gezisi fazlası ile tanıdık ve gereksiz bir “kahranımız mutlu artık” sahnesi ki filme genellikle damgasını vuran gerçekçiliğe de (restoranın mutfağındaki masa üzerinde seks gibi erotik bir romantik komedi sahnesi gibi anlamsızlıkları unutursak) ters düşüyor bu bölüm. Genel olarak iyi çizilmiş olsalar da tedavi merkezindeki karakterlere verilen ağırlık da anlam açısından karşılığını bulamamış görünüyor hikâyede. Özetlemek gerekirse, iki oyuncusunun filme kesinlikle çok önemli değer katan oyunculukları (Cassel’in, karakterinin gerektirdiği cinsel çekiciliğe fazlası ile sahip olması Maïwenn’in senaryoyu neden onu düşünerek yazdığını çok iyi açıklıyor), mutlu aşların imkânsızlığını -bir kez daha- hatırlatması ve mutsuz bir ilişkiyi sürdürmenin yıkıcılığını hemen hiç aksamadan anlatması ile ilgiyi hak eden bir çalışma bu.

(“My King” – “Prensim”)

Polisse – Maïwenn (2011)

“Yaptığımız iş dünyayı değiştirmeye yaramıyor, ama boğazım düğümleniyor, içim parçalanıyor, dayanamıyorum”

Paris’te çocuklara karşı işlenen suçları araştırmakla görevli bir bölümde çalışan polislerin ve onların hayatını fotoğraflayan bir gazetecinin hikâyesi.

Fransız oyuncu ve yönetmen Maïwenn’in bu üçüncü uzun metrajlı çalışması Cannes’da Altın Palmiye için yarışıp Jüri Ödülü’nü kazanmış bir film. İlk iki filminin senaryosunu da yazan bu genç ve yetenekli sanatçı bu eserinin senaryosunu ise tıpkı kendisi gibi filmde rol de alan Emmanuelle Bercot ile birlikte oluşturmuş. Çok kalabalık ve kelimenin tam anlamı ile gerçek bir takım oyunu veren ünlü oyuncuları, çocukların suistimali gibi netameli bir konuyu ele alması ve kalabalık kadroyu disiplinli bir kaos içinde karşımıza getiren mizansen ve kurgusu ile önemli bir film bu. Buna karşılık, senaryonun işlenen suçların korkunçluğunu ve yetişkinlerin çocuklara (hata bazen gerçekten sevdikleri çocuklara) neler yapabileceğini anlatmakla bu suçlarla uğraşan bireylerin ruh hallerini ve hatta yaptıkları zor işle her zaman da bağlantılı gibi görünmeyen özel hayatlarını anlatmak arasında bir seçim yapmamanın da sıkıntılarını taşıyor bu çalışma ve zaman zaman bir trajediden hemen sonra bir romantizmin veya hatta bir kahkahanın kucağına bırakabiliyor sizi. Bu temel problemine rağmen, özellikle tüm o kalabalık oyuncu kadrosuna aşina oldukça ve her bir karakterin derdini anladıkça iyice ısınacağınız ve kesinlikle çok çarpıcı finali ile beğeneceğiniz bir film bu.

Fransız polis gücü içindeki ilgili birimin gerçek hayatta karşılaştığı suçlardan esinlenen hikâye, bu suçları ve “kahramanlarını” ele almakla yetinmeyip, polislerin her birini de özel hayatları, ilişkileri ve üstlendikleri zor görevlerle nasıl baş etmeye çalıştıkları ile getiriyor önümüze. Karşı karşıya kaldıkları çirkin suçlarla bir travmaya kapılmadan mücadele etmek ve bu suçların yarattığı travmalarla belki de ömür boyu boğuşacak çocuklara destek olmak bu karakterler ve aslında seyirci için yeterince güçlü bir konu. Ne var ki senaryo bu zaten hayli güçlü olan konuya bir de tüm o polislerin özel hayatlarını ve bazıları birbiri ile çakışan problemlerini de yerleştiriyor ve bu nedenle de iki saati aşan süresine rağmen hikâyesinin yapısını sağlam bir şekilde inşa edemiyor. Edemiyor çünkü görüntüler çocuklardan polislere, oradan suçlulara, sonra tekrar çocuklara vs. atlayıp durdukça bir türlü sağlam bir hikâye izlediğiniz hissine kapılamıyorsunuz ve zaman zaman bu polisleri anlatan bir televizyon dizisinin tüm bir sezonunun özetini ya da daha yumuşak bir deyişle söylersek, bu dizinin uzun bir pilot bölümünü seyrettiğiniz hissine kapılıyorsunuz. Bu kusuruna rağmen tüm bu farklı hikâyelerin, temaların vs. her birini kendi içinde izlemeye değer ve bazılarını da hayli etkileyici kılmayı başardığını söylemek gerekiyor Maïwenn’in. Sorun tüm bunların tek bir filmde toplanması ve yönetmenin kendisinin oynadığı gazeteci karakterinin amaçlandığının aksine polislerin kendilerinin bir yansımasını görebilecekleri bir ayna rolüne büründürülememesinin bir örneği olduğu senaryodaki kimi fazlalıklar.

Ağırlıklı olarak pedofili suçlarının kurbanları ve failleri geliyor karşımıza hikâye boyunca ve bu suçların hiçbiri birkaç dakikadan uzun süren bir sahnenin konusu olmuyor. Adeta senaristler işte kahramanlarımız böyle suçlarla uğraşıyor demek için peş peşe birtakım örnekler getiriyorlar önümüze. Belki konunun rahatsız ediciliği onları bu tercihe yönlendirmiş ve açıkçası bu suçların hikâyelerinin daha fazla detaylandırlıması oldukça rahatsız edici olabilirdi. Ne var ki film bu hali ile de böylesine önemli bir konunun diğer konular arasında zaman zaman kaynayıp gitmesine sahne olmuş. Hatta kişisel olarak çok rahatsız edici ve yanlış bulduğum bir sahneyi açıklayan da belki bu durum. Elinden aldıkları akıllı telefonu geri alabilmek için erkek çocuklara oral seks yapan küçük bir kızın “saflığı” ile eğleniyor polislerimiz hayli uzatılmış bir şekilde ve bu sahnede kızın bir dizüstü bilgisayar için neler yapabileceği esprisi bile yapılırken, sıradan bir suçun saf bir kurbanı ile konuşuyor gibi davranıyorlar. Filmimiz bize onların her gün karşı karşıya kaldıkları bu tür suçlar karşısında belki artık o denli etkilenmiyor olduklarını söylemeye ve aslında bunun da ne kadar korkunç olduğunu söylemeye çalışıyor ama ne sahnenin havası bunu doğruluyor ne de polislerimizin ne kadar derinden etkilendiklerini gösteren diğer sahnelerle uyum içinde olur bu yorum.

Aşk, seks, ilişkiler, bürokrasi, ebeveynlik, bağlılık, ihanet ve çocuklara karşı işlenen en çirkin suçlar… Tüm bunlar farklı farklı karakterler üzerinden anlatılırken, film üzerinde daha fazla durabilse seyirciyi yüreğinden sarsabilecek anları ve karakterleri de kısa tutmak zorunda kalıyor. Örneğin kızının sözleri üzerine kocasının çocuğunu taciz ettiğinden şüphelenmeye başlayan kadının bakışları, işlediği suçu bir hak gibi gören bir adamın rahatlığı veya suçunun korkunçluğunun farkında olan ama kendisine engel olamayan bir adamın zavallı hali gerçekten çok etkileyici. Ne var ki işte bu anlardan hemen sonra polislerimizden birinin özel hayatından bir ana tanık olmak veya polislerin birbiri ile eğlenmesini veya çatışmasına tanık olmak bu anların etkisini zayıflatıyor. Buna karşılık filmin özellikle kalabalık sahnelerdeki ustalıklı kurgusunu ve kimi sahnelerde de yönetmen Maïwenn’in becerisini atlamamak gerekiyor. Bir kamp alanındaki baskın sahnesi, tüm sadeliği ile trajik finali veya tecavüze uğradığı için kürtaj olan bir kızla ilgili sahne gibi anlardan etkilenmemek imkânsız kesinlikle. Yönetmenin gerçekçiliği ile belgesele yaklaştığı ve başta yine o baskın sahnesi olmak üzere pek çok sahne de alkışı hak ediyor. Buna karşılık yine hayli başarılı çekilmiş gece kulübündeki eğlenme sahnesi ise filmden tamamen çıkarılmasının nerede ise hiçbir sakınca yaratmayacağı ve gereksiz uzatılmış bir bölüm olarak dikkat çekiyor.

Her biri güçlü yan hikâyeleri, çok iyi çizilmiş karakterleri ve yine çok iyi yazılmış diyalogları ile bu film yönetmenin ve senaristlerin olduğu kadar oyuncuların da filmi. Fransız sinemasının rollerine de çok iyi uyum göstermiş pek çok oyuncusu döktürüp duruyor hikâye boyunca. Öyle ki sadece onların bu müthiş takım oyununa tanık olmak bile filmi başlı başına seyri zorunlu eserler arasına sokabilir. Tek tek bu oyuncuları öne çıkarmanın gereği yok bu çok başarılı takım oyunun karşısında ve zaten pek çok oyuncusu da farklı ödüllerin sahipleri olmuşlar performansları ile. Her bir oyuncuyu rolleri ile çok doğru bir şekilde ilişkilendiren oyuncu seçiminden dolayı filmin yaratıcılarını ayrıca alkışlamak gerekiyor. Adını çocukların dili ile “Polisse” olarak belirleyen filmin onların korkunç hikâyelerinin yanına başka hikâyeleri koymasını eleştirebileceğimiz ama sonuçta ne olursa olsun etkileyici olmayı başaran bir çalışma bu.

(“Polis”)