“Bir gün sislerin içinden, beyaz atı ve kefeni ile çıkıp gelecek”
Kocası ile buluşacağı Bombay’a gitmek üzere kızı ile Lizbon’dan gemi yolculuğuna çıkan bir tarih öğretmeninin hikâyesi.
Söz konusu yönetmen bu filmi seksen beş yaşında çeken ve günümüzde de kariyerine devam eden Manoel de Oliveira olunca filmin her ruha uygun olmadığı açık. Temel olarak önce gemi ile gezerken uğranılan limanlara ve sonrasında da gemideki zamana odaklanan ama tüm film boyunca uygarlığın tanımı, uygarlığın oluşumu, tarih ve tarih bilinci, öğrenme açlığı, kadın-erkek ilişkileri ve kadının konumu ve uygarlığın sonuna odaklanan bu oldukça Avrupalı film adından da anlaşılacağı gibi konuşmalı bir film. Karakterlerimiz soruyor, anlatıyor, sorguluyor, tartışıyor ve tanık oluyorlar.
Filmin her sinemaseverin gönlünde taht kuracak muhteşem bir kadrosu var. Catherine Deneuve, John Malkovich, Irene Papas ve Stefania Sandrelli isimleri yeterince doyurucu olsa gerek ama bu oyunculardan bir oyunculuk gösterisi gelmiyor filmde. Bunun temel nedeni ise filmin böyle bir amacının olmaması. Bu dört karakter hemen tamamen gemide kaptanın yemek masasında geçen ve zaman zaman doğaçlama havası veren diyaloglar ile bir belgesel görüntüsü içinde imiş gibi oturuyor ve konuşuyorlar. Tam da bu, aslında sıradan bir oyunculuk gösterisinden daha fazlasını sağlıyor seyredene. Bu dört büyük isim samimi bir ortamda kendilerini ortaya döküyorlar, geçmişlerini, mutluluklarını, acılarını, kırgınlıklarını ve özlemlerini paylaşıyorlar. Böyle bir ana tanık olmayı kim istemez!
Lizbon-Marsilya-Napoli-Atina-İstanbul-Port Said-Aden rotası boyunca küçük kız soruyor ve annesi efsaneler, hikâyeler, mitoloji ve gerçekler üzerinden anlatıyor filmin yarısından daha fazla süren bir zaman dilimi boyunca. Pompei, Akropolis, Ayasofya, piramitler gibi anıtlar, eserler, bölgeler sıklıkla soru cevap ile zaman zaman araya giren yerel insanların da katkısı ile hikâyeleri ile birlikte karşımıza geliyorlar. Kartpostal görüntüler üretmeye oldukça yüksek bir potansiyel taşıyan bu şehirler/eserler yönetmenin titiz bir şekilde bundan kaçınması ile süslenmeden ama yine de etkileyici karelerde karşımıza geliyorlar. Tüm bu gezi insanların çoğunlukla savaşarak inşa ettiği uygarlığın izlerini takip ediyor ve film de bizi işte geminin rotasını takip ederek bu izlerin peşinde gezdiriyor. Filmin bu anlardaki sakin anlatımı, düşük temposu ve bu atmosferi dengeleyecek herhangi bir yönteme başvurmaması pek çok seyirci için yorucu (ve hatta sıkıcı) olabilir. Kendinizi resimli bir uygarlıklar tarihi kitabını okuyor gibi hissetmeniz mümkün tüm bu sahneler boyunca. Kamera zaman zaman Ayasofya’da yerdeki haç işaretleri örneğinde olduğu gibi duruyor ve “düşünüyor” eserler üzerinde. Tüm anlattığı hikâyeler ile film, uygarlığı çelişkilerin yarattığını öne sürüyor.
Dört insanın dört farklı dilde konuştuğu ama derin bir entelektüel tartışmayı yapabildikleri bir yemek masasında dakikalarca konuşanların görüntülenmesi seyri yorucu bir tecrübe ama bu sohbetler filmin uygarlık üzerine dile getirdiklerinin de en net ifade edildikleri anlar. Uluslar, uygarlıklar ve insanlar arasındaki ilişkiler üzerine adları Malkovich, Deneuve, Papas ve Sandrelli olan kişilikleri bu sahnelerde dinlemek (evet çoğunlukla sabit bir kamera ile ve kesintisiz tek çekimle gerçekleştirilen bu sahneler için görmek kadar dinlemek de çok uygun bir kelime) kimileri için oldukça çekici bir fırsat, herkes için olmasa bile.
ABD’ye ve bu ülkeyi oluşturan unsurlara mesafeli durup eleştiren, diyalogları ile Avrupa ve özellikle Yunan uygarlığını, sürenin uzunluğu açısından görüntüleri ile İstanbul’u kayırır gibi görünen film beklenmedik finali ile şaşırtıyor. Oldukça basit çekilmiş gibi görünen bu final son karede Malkovich’in dehşet içinde donan yüzü ve jenerik akarken devam eden ses bandı ile uygarlığın sonu üzerinde düşünmeye sevk ediyor. Bu sahnenin Papas’ın seslendirdiği ve ağıt havası taşıyan halk şarkısının ardından gelmesi sahnenin etkisini artırırken bir yandan da uygarlıkların maalesef çatışmalar üzerinde yaratılıp ilerletildiğini düşünüyorsunuz. Belki içinde bulunduğumuz uygarlığın da sonu gelmiş ve yeni bir uygarlık ayak seslerini duyurmaya başlamıştır, kim bilir. Evet, konuşmalı daha doğrusu çok konuşmalı bir film.
(“A Talking Picture” – “Konuşmalı Bir Film”)