“Sorun nedir Almira? Neden gözlerin bir hançer gibi saplanıyor bana?”
Eski bir Kazak askeri ile evli bir Kırgız kadının Orta Asya’nın bozkırlarında yaşadığı yasak bir aşkın hikâyesi.
Kırgız yazar Cengiz Aytmatov’un Louis Aragon tarafından dünyanın en güzel aşk hikâyesi olarak tanımlanan “Cemile” adlı eserinden yapılan bir uyarlama. Hikâye daha önce de sinemanın konusu olmuş ve 1968’de Irina Poplavskaya ve Sergei Yutkevich ikilisi tarafından, 1994’te ise Monica Teuber tarafından beyaz perdeye uyarlanmıştı. Bu son uyarlama ise hikâyenin özünü korumakla birlikte olayların geçtiği zamanda ve akışta kimi değişiklikler yapan ve en önemlisi hikâyenin ana karakterlerinden biri olan ve anlatıcı rolü üstlenen karakterini geri plana çekerek özellikle ilk yarım saatinden sonra hemen sadece aşkın kahramanlarına odaklanan bir çalışma.
Fransız yönetmen Marie-Jaoul de Poncheville hikâyeyi günümüze çekerken kimi değişiklikler yapmış. Örneğin hikâyede ikinci dünya savaşından dönen asker, filmde adı belirtilmeyen bir savaştan dönüyor ve bu önemli bir fark aslında. Çünkü Aytmatov ikinci dünya savaşında ülkesini korumak için savaşan bir askerin karısının bir başka erkekle kurduğu ilişki nedeni ile eleştirilmişken burada bu eleştirinin ortaya çıkacağı bir durum yok ve zaten kadının kocası kabalığı, hoyratlığı, etkisine kapılmış göründüğü aşırı dinci yaklaşımı ile seyircinin gözünde olumlu bir noktada durmuyor. Orijinal hikâyedeki anlatıcı çocuğun geri plana çekilmesi büyüyen bir çocuğun gözünden naif anlatımı filmden dışlamış görünüyor. Senaryonun kadınların tarafında duran bir bakış açısı ile yazıldığı ve bu küçük toplumda olumlu karakterlerin genelde kadın olması ve erkeklerin kaba, aciz ve alıştıkları kalıplardan çık(a)mayan karakterler olarak gösterilmesi de dikkat çekiyor.
Yönetmen filmin çekildiği Kazakistan ve Kırgiztan bozkırlarının ve dağlarının olağanüstü güzelliklerini etkileyici bir şekilde kullanmış filmde. Doğanın bu muhteşem güzelliği, bu güzellik içinde bir tas süt sunan bir genç kadının masumiyeti ve kimi geleneksel törenlerdeki saflık bu aşk hikâyesinin mutlu bir sürece ve sona sahip olmasını gerektirecek kadar çarpıcı görünüyor ama insanın her yerde insan olduğu gerçeği burada da karşımıza çıkıyor. Hikâyenin tam bir Doğulu hikâye olduğunu ve yönetmenin bazı anlarda müzik vb. yerel unsurların dozunu fazla kaçırmış olsa da hikâyeye içeriden bir bakışla yaklaştığını söylemek mümkün. Bu doğulu hikâye tanımını vurgulamak için şu rahatça söylenebilir: Diyalogları, hikâyesi ve çizilen karakteri ile Almira rolünü örneğin genç bir Türkan Şoray’ın oynadığını hayal etmek çok kolay. Şoray’ın rolüne rahatça ve muhtemelen büyük bir başarı ile rahatça girebileceği kadar Doğulu görünüyor bu karakter.
Geniş bozkırların güzelliğinin yanında karlar altında uyanılan sahnede olduğu gibi görüntülerinin hayli başarılı olduğu filmi sanırım diğer tüm yan temalardan (genel olarak kadın-erkek ilişkileri, gelenekler vs.) bağımsız ve sadece saf bir aşk filmi olarak ele almak gerekiyor. Karakterlerinin arasındaki aşk tüm film boyunca bize içimizi titrecek bir güçte ulaşmıyor belki ama film yine de aşkın büyüsünü en azından hatırlatıyor seyircisine. Aragon’un tanımlamasını bu film ile birebir örtüşmek mümkün değil belki ve bu anlamda filmin bir fırsatı yeterince değerlendiremediği de söylenebilir ama filmden keyif almaya engel olmamalı bu durum. Zamam zaman egzotik, hip-hop ile Kırgız destanı karşılaştırmasında olduğu gibi kimi zamanlar komik, doğal bir biçimde oynanmış ama hedefi on ikiden vuramamış bir film. Bir “Selvi Boylum Al Yazmalım” değil örneğin ve yüreğinizde bir burukluk (veya bu örnekte coşku) ile başbaşa bırakamıyor sizi.
(“Tengri Le Bleu du Ciel” – “Tengri: Blue Heavens” – “Mavi Cennet”)