Mayak – Mariya Saakyan (2006)

“Küçük bir kızken rüyamda ağaç olduğumu görmüştüm. Ürkütücüydü çünkü kıpırdayamıyordum. Sonra zaten kıpırdamamam gerektiğini fark ettim; çünkü içimde koca bir dünyayı barındırıyordum: Toprak, su, güneş, hava kabarcıkları. Kocamandım ve hamile bir kadın gibi de şişmandım. Bir armut ağacıydım”

Moskova’dan Ermenistan’daki köyüne dönen genç bir kadının kendisini Azerbaycan ve ülkesi arasındaki savaşın içinde bulmasının ve büyük babası ile büyük annesini oradan çıkarmaya çalışmasının hikâyesi.

2018’de henüz otuz yedi yaşındayken hayatını kaybeden Ermeni sinemacı Mariya Saakyan’ın ilk uzun metrajlı çalışması olan ve senaryosunu Givi Shavgulidze’nin yazdığı film Ermenistan sinemasında bir kadın yönetmenin elinden çıkan ilk çalışma. Andrei Tarkovsky esintili görselliği ile dikkat çeken filmde hemen hiç göstermeden savaşı ve onun insanları nasıl etkilediğini anlatan filmin hikâyesini Saakyan “kişisel bir hikâye” olarak tanımlamış ve “kendi neslinden pek çok insan” için de bu özelliği taşıdığını ifade etmiş. Yönetmenin yirmi altı yaşındayken çektiği filmde onun gibi genç ve yine ilk sinema filmlerinde çalışan bir teknik kadro (Görüntü yönetmeni Maksim Drozdov 28, yapımcı Anton Melik 22 ve senarist Givi Shavgulidze 27 yaşındaymış film çekilirken) görev almış ve ortaya hem görsel hem de işitsel olarak hayli değerli bir sonuç çıkmış ortaya. Erken ölümünün sadece ülkesi için değil, tüm dünya sineması için önemli bir kayıp olduğuna seyirciyi kolaylıkla ikna edebilecek güçte bir film bu ve klasik hikâye anlatımının dışında kalan ögeler ortalama bir seyirciyi zorlayacak olsa da şiirsel dili ile bunu da önemsiz kılan bir yapıt.

Özellikle Sovyetler Birliği’nin dağılmasından sonra hep bir sorunlu bölge olarak kalan Kafkasya’da, Ermenistan ile Azerbaycan arasındaki savaşa da dönüşen gerilimin etkilediği bir köydeki insanları anlatıyor film. Finalde karşımıza çıkan, ellerinde bavulları ve taşıyabildikleri eşyaları ile hayatta kalabilecekleri bir yere gitmeye çalışan insanların gerçek görüntülerinin hatırlattığı gibi bir savaş filmi bu ama birkaç kez gördüğümüz bir helikopter, birkaç bomba sesi, yanmış bir kitabın sayfaları, düşen bombaların yıktığı bir evden çıkan siyah duman veya askerlerin görüntüleri ile kısıtlı savaş bu hikâyede. Bunun yerine, Moskova’dan köyüne dönen genç bir kadını takip ediyor hikâye ve onun üzerinden evine dönmek, evinden ayrıl(mak zorunda kal)mak ve zor koşullarda ayakta kalabilmek üzerine bir şeyler söylemeyi tercih ediyor. Deniz feneri şeklinde bir mumluk olarak karşımıza çıkan filmin adı karanlık denizlerde kaybolanların umudunu simgeliyor olsa gerek ve Saakyan bu umudu hem doğrulayan hem boşa çıkaran hikâyesi ile etkileyici bir başarı yakalıyor.

Pek çok sahnesi ile Tarkovsky’yi hatırlatan bir görsel çalışması var filmin; bu görselliği gerçekçilikten hemen hiç uzaklaşmadan yakalayan ve gerçekçi ve / ama şiirsel dili ile etkileyen film bu usta yönetmenin tüm dünya sinemasında nasıl kalıcı bir etki bıraktığını hatırlatıyor bize. Usta Rus sinemacı Tarkovsky’nin “Mühürlenmiş Zaman” adlı kitabında yazdığı “… elde edilen bir görüntünün aslına sadık olabilmesi için, içinde hayat gerçekliğini dile getiren ögeler barındırması, aynı anda bu gerçekliği benzersiz ve tekrarlanamaz kılması gerekir, çünkü en göze çarpmayan fenomenlerinde bile hayat böyledir” sözlerinin karşılığı olan bir film çekmiş Saakyan. Karşımıza getirdiği her görüntü hayatın kendisinden alınmış kadar “sıradan” ama bir o kadar da benzersiz gerçekten de. Çok yüksek bir yerde kurulu olan köyün adeta sisin üzerinde yüzen hâli örneğin, yüksek bir yaylaya gitmiş herkesin tanığı olacağı kadar gerçek ve bir o kadar da büyüleyici. Gökyüzündeki ve su üzerindeki kuşların siluet havasını taşıyan görüntülerinden sise tanık olduğumuz tüm sahnelere bir rüyanın resmini çiziyor görüntü yönetmeni Maksim Drozdov ile birlikte yönetmen ama bu rüyanın gerçek olduğunu hatırlatmayı da hiç unutmuyor. Evet, bir rüya… ama belki o kadar da bir kâbus bu seyrettiğimiz; çünkü savaşın kara gölgesi üzerlerinden hiç eksilmeyen insanları çıkarıyor karşımıza sürekli olarak görüntüler.

Farklı yorumlara açık finali ile hem umutlu hem umutsuz bir kapanış yapan film bir trende köyüne dönen genç kadının uyurken gülümseyen yüzü ile açılıyor ama bu gülümseme kısa sürede yerini endişeye ve dönülen evi tekrar terk etme arzusuna bırakıyor. Ağırlıklı olarak kadınları gördüğümüz köyde (belki de genç erkeklerin savaş nedeni ile askerde olması yüzünden böyledir bu durum) günlük hayat devam ediyor ama bu hayatın içine sık sık karanlık unsurları yerleştiriyor film: Kadının küçük bir kıza bir kuş yuvasını gösterdiği sahnedeki mutluluk örneğin, birden önce sesini duyduğumuz daha sonra kendisini gördüğümüz helikopter ile yarıda kesiliyor. Bir köylü kadın askerde olan oğlunun endişesini taşıyor sürekli olarak veya bir bombalamadan sonra, “hiç gelmeyen” trene binebilmek için yüzlerce insan istasyonda birbirini eziyor adeta ama öte yandan ses bandı üzerinden hayatın sürdüğünü, hayatı müziğin ve şiirin ayakta tuttuğunu göstermeyi de ihmal etmiyor film. Gerçekten de en az görüntüleri kadar başarılı bir ses çalışması ve kurgusu var filmin. Finli akordeoncu Kimmo Pohjonen’in büyülü bir havası olan etkileyici orijinal müzikleri ve bazıları enstrümansız söylenen etnik şarkıların yanında köyün hayatının bir parçası olan tüm sesler bazen ana unsur olarak bazen de sadece arka planda kendilerini hissettirerek (örneğin açılıştaki tren sahnesinde kamera uyuyan kadının yüzünden yavaş yavaş uzaklaşırken vagon içinden bir çocuğun şarkı söyleyen sesi geliyor kulağımıza) hikâyeye çok önemli katkılar sağlıyorlar. Bir kadının sesinden duyduğumuz şiirin görüntülere eşlik ettiği sahne veya tam tersi yönde sessizliğin egemen olduğu bölümleri ile ses varlığı ve yokluğu ile hikâye anlatımının önemli bir aracı olarak kullanılıyor.

Genelde yalın bir dil kullanan Saakyan iki farklı sahnede daha vurgulu bir anlatıma geçiyor: Köylülerin nehirde yüzen bir ceset buldukları sahnede görsel ve işitsel olarak klasik sinemanın, özellikle de eski Sovyet filmlerinin diline başvurulurken, istasyondaki kalabalık sahnede kamera her zaman olduğundan hızlı hareket ediyor ve kurgu da yüksek bir tempoya hizmet edecek şekilde işliyor. Sembolik bir anlatıma uygun olan sinema dili ve hikâyesine rağmen simgelerin altını özellikle çizmiyor film (burada istisna olarak filmin adını ve yerden yükselen kara bulutun güneşi kapatmasını gösterebiliriz) ve özellikle başta ve sonda gördüğümüz dans eden insanlarda olduğu gibi hikâyenin tüm işitsel ve görsel unsurlarını etkileyici bir şekilde kullanarak seyirciyi bir düş ile baş başa bırakıyor. Rusya ve Ermenistan ortak yapımı olarak çekilen film yüzlerce yıl aynı rutinle süren bir yaşamın savaş gibi korkunç bir gücü olan bir dış etken karşısında bile varlığını koruyabildiğini ve koruması gerektiğini anlatırken karanlığı ve umudun kendisi demek olan yaşamı birlikte, çarpıcı bir görsel dünya üzerinden anlatıyor seyirciye.

Kimi bölümlerin varlığı filmin bütünü içinde bir yere oturmasa da (örneğin Ia adındaki kadının ölümü; etkileyici sahnelerle anlatılsa da bu, tam olarak bir yere konumlandırmak zor hikâyenin içinde), bu durumu belki bir ilk filmde “her şeyi anlatma” gayreti ile açıklamak mümkün. Açıkçası belki tam da bu nedenle filmin tek tek parçalarının güzelliği bütün olarak değerlendirildiğinde ulaşması gereken toplama ulaşamıyor. Buna karşılık müziğin, seslerin, düşlerin, anıların ve savaşın bu filmi hayatını çok erken kaybeden bir sinemacıyı saygı ile anmak için çok değerli bir araç kesinlikle.

(“The Lighthouse”)