Never Let Me Go – Mark Romanek (2010)

“Hiçbiriniz sizin için önceden belirlenmiş olanın dışında bir hayat yaşamayacaksınız”

İnsanlara ihtiyaçları olan organları bağışlamak üzere “yaratılmış” üç klon gencin hikâyesi.

Japon asıllı İngiliz yazar Kazuo Ishiguro’nun aynı adlı distopik romanından uyarlanan bir film. Booker başta olmak üzere pek çok ödülü olan Ishiguro’nun yine sinemaya uyarlanmış bir başka romanı da “The Remains of the Day” olmuştu. Sinemaya sağlam ama “Never Let me Go” örneği düşünülürse uyarlaması zor malzeme sağlayan bir yazar Ishiguro. Roman hayli popüler olduğu halde sinemada gişe açısından o denli başarılı olamayan bir film karşımızdaki. Konusunun çekiciliği, üç baş oyuncusunun başarılı oyunları ve, müzik ve görüntülerin üst düzeyde seyrine rağmen, film bir şekilde kalıcı ve sağlam bir etki bırakamıyor seyredende.

Daha çok video klip yönetmeni olarak tanınan ve bugüne kadar sadece üç sinema filmi çekmiş olan Mark Romanek’in bu şimdilik son filmi öncelikle romandan da kaynaklanan depresif yapısı ve kurgusu ile dikkat çekiyor. Romanek’in filmde en çok başardığı da bu depresif havayı filmin tümüne hâkim olacak şekilde sürekli kılabilmesi ve bunu yaparken ucuz numaralardan kaçınabilmiş olması. Filmdeki en “ışıklı” sahneler bile havadaki karanlıktan nasibini alacak bir şekilde çekilmiş ve yönetmen seyirciyi de bu depresyonun bir parçası yapmayı bilmiş. Evet bunu başarmış yönetmen ama filmde bir şekilde bir türlü yok olmayan bir monotonluk, bir atalet söz konusu ve bu da deyim yerinde ise filmin seyirciye sıkı bir yumruk atması imkânı varken yumuşak bir fiske ile yetinmiş gibi görünmesine neden oluyor. Gizemini çok baştan açıklamış olması değil bu sorunun nedeni; aksine gizemini sona saklamış olsaydı muhtemelen sıradan ve benzerlerinden herhangi bir farklılığı olmayan bir film ile karşılaşırdık. Sorun filmin derdinin görsel karşılığını yeterince üretmemiş olması. Tüm distopik ve bilim kurgusal hikâyesine rağmen roman/film aslında çok başka şeylerin peşinde. Karşımızdaki bir büyüme, masumiyetin yitirilmesi, bireyin ölüm kavramının farkına varması, hayatın bir kavram olarak anlamı, sanatın hayata anlam katıp kat(a)madığı ve ölümün kendisi aslında. Tüm bu temalar sanki filmde yeterli bir sinemasal güç ile çıkarılamıyor seyircinin karşısına.

Kusurları olan ama bir hayal kırıklığını veya melodram dili ile söylersek kalp kırıklığını kesinlikle etkileyici bir şekilde seyredene geçiren bir film karşımızdaki. Gençlerden ikisinin eski öğretmenleri ile görüşmesindeki atmosfer ve tutunmaya çalıştıkları son bir umudun da aslında hiç var olmadığını öğrenmeleri örneğin, bu kalp kırıklığını çok iyi anlatıyor. Finalde karakterlerden birinin ağzından duyduğumuz “herkes bir gün sona erecek” cümlesi ölümün varlığının kabulünü sadece bu klon karakterler için değil ve aslında onlardan çok biz ölümlü “normal” insanlar için dillendiriyor gibi ve bu da filmin ana dertlerinden birinin insanın ölümün varlığının kabulü olduğunu gösteriyor bir kez daha. Belki filmin trajik noktasının, klonların bildikleri gerçeği net bir şekilde son bir kez daha hissetmelerinin, beklenen sertliği taşımaması ve buna filmin fazlası ile hafif görünmesinin neden olmasının kaynağı, romanın/filmin bilinçli bir şekilde bu kabullenmeyi doğal göstermek istemesi. Filmin görsel tercihleri de bu “hafif/yumuşak” yaklaşımı destekliyor. Renkler asla sert değil; pastel tonlar ağırlıkta ve hafif gri bir filtreden geçirilmiş gibiler.

“American Beauty” filminde rüzgârda olduğu yerde uçuşup duran plastik poşetten sonra, burada dikenli tellere takılmış bir poşet parçasının rüzgârda çırpınıp durması sinemanın çarpıcı sahnelerinden birini oluşturuyor ama film genel olarak çarpıcılıktan ve şaşırtma yeteneğinden bir parça yoksun duruyor. Carey Mulligan ve Keira Knightley’nin başarılı oyunları Andrew Garfield’ın bir parça gölgesinde kalmalarına engel olamamış yine de; Garfield masumiyeti, kırılganlığı ve aczi ifade eden yüzü ile filmin en etkileyici oyuncusu olmayı başarıyor. Michael Anderson’ın 1976 tarihli “Logan’s Run” adlı bilim kurgu filminde otuzuncu yaştaki zorunlu ölümden kaçan karakterlerden sonra buradaki karakterlerin kaçış için herhangi bir çabanın içinde olmaması garip gelebilir ama film yukarıda belirttiğim gibi ölüm korkusu veya yaşama arzusu değil, ölümün ve sonlanmanın kabulünün derdinde olduğu için burasını kurcalamamak gerekiyor. Mark Romanek başarılı bir romandan belki o denli başarılı olmayan bir sonuç çıkarmış ama ne olursa olsun film sadece hissettirdiği kalp kırıklığı için bile görülmeye değer özet olarak.

(“Beni Asla Bırakma”)