“Başkan seçilecek kişi bu şehiri temizlemeli öncelikle… çünkü burası açık bir lağım gibi. Pislik ve beş para etmez insanlarla dolu. Bazen burama kadar geliyor. Her kim başkan olursa bu şehiri gerçekten temizlemeli. Biliyor musun? Bazen dışarı çıktığımda kokuyu alıyorum. Başıma ağrılar giriyor; o kadar kötü. Ve hiç yok olmuyorlar, biliyor musun? Bence Başkan bu pisliği… temizlemeli. Sifonu çekip lanet tuvaletin içinde yok etmeli onları”
Vietnam’dan dönen bir adamın gece taksiciliği yaparken tanık olduğu yozlaşma örneklerine karşı duyduğu öfkenin hikâyesi.
Üzerinden otuz sekiz yıl geçmesine rağmen sinemasal gücünde en ufak bir düşüş olmayan bir klasik. Martin Scorsese’nin anlatım ustalığı, Paul Schrader’in güçlü (ama ciddi bir içerik eleştirisini de hak eden) senaryosu ve Robert De Niro’nun tanımlara sığmayacak oyunculuğu ile bu film her sinema tutkununun mutlaka görmesi gereken bir çalışma. Gerçekçi ve stilize bu eser üzerine bugüne kadar söylenenlere eklenecek yeni bir şey kalmamıştır ama her biri ayrı bir klasiğe dönüşen pek çok sahnesi ile bu kült film, hakkında konuşulmayı, yazılmayı hak ediyor kesinlikle. Elbette benim açımdan netameli isimler olan Scorsese ve Schrader’in filmde takındıkları duruşa karşı neden dikkatli olunması gerektiğini de unutmadan.
Sinema üzerine BirGün gazetesinde çarpıcı analizler yazan ve yazarken de hem sıkıcı olmamayı hem de entelektüel bir derinliğe sahip olmayı başaran Uğur Kutay 8 Şubat tarihli yazısında “… daha jeneriğinden başlayarak siyahların her türlü kötülüğün kaynağı olarak sunulduğu küçük faşist başyapıt Taxi Driver’dan itibaren Scorsese filmlerinde siyah adam algısını altını çize çize göstermiştir…” diyor bu film için. Michael Ryan ve Douglas Kellner “Camera Politica: The Politics and Ideology of Contemporary Hollywood Film – Politik Kamera” adlı kitaplarında filmi incelerken “… suç ve günahkârlığın serpilip gelişmesine izin veren şeyin liberal göz yumuculuk ve ikiyüzlülük olduğunu ima ediyor” diye yazıyorlar. Peki film içeriği ve politikası açısından bu tespitleri gerçekten hak ediyor mu? Kişisel olarak bu konuda yazarlarla aynı noktada görüyorum kendimi ve filmde Schrader’in örneğin “Hardcore – Ayrılan Yollar” filminde de tekrarladığı liberalizm düşmanı/muhafazâkar-yeni sağ dostu tavrını burada da aynen ortaya koyduğunu düşünüyorum senaryosu ile. Benzer şekilde Scorsese’nin de kurduğu görsel dünya ile Schrader’in kendisine attığı pasa şık bir faşist şut vurduğunu ve onun sinemasal becerisi aracılığı ile bu şutun ağlara doksandan takılan müthiş bir gole dönüştüğünü düşünüyorum.
Ortada gerçekten sinema gücü yüksek ve görselliğine asla kayıtsız kalınamayacak bir film var. Bugün belki akla ilk olarak Robert De Niro’nun artık sinema tarihine kalıcı olarak geçmiş olan “are you talking to me?” sahnesi geliyor ama film baştan aşağıya unutulmaz sahnelerle dolu. Açılışta dumanın içinden yavaş yavaş beliren taksinin kırmızı ışıklarla sürekli ve adeta bir cehennem olarak tasvir edilen şehrin içindeki pislikleri temizleyecek bir “kahramanın” gelişini müjdelediği anlardan başlayarak film, “Politik Kamera” kitabında çok doğru bir tespitle vurgulandığı üzere etik fetişizmine “yakışan” bir görsellikle seyirciye peş peşe yumruklar savuruyor. Liberalizmin ahlâki yozlaşmanın baş sorumlusu olduğu savını hiç çekinmeden ve arsızca dillendiriyor hikâye boyunca Schrader ve Scorsese ikilisi. Ve elbette tam da Scorsese’ye yakışacak bir şekilde siyah Amerikalılar her türlü günahın, pisliğin vücut bulmuş hali olarak karşımıza gelirken tek bir Afrika kökenli Amerikalı bile hikâyede tip olmaktan çıkıp bir karaktere dönüşemiyor. Yönetmenin kendisinin canlandırdığı bir “beyaz” karakterin kendisini bir “siyah” ile aldatan karısını öldürmeyi planlaması da Scorsese’nin bu açık siyah düşmanlığının bir başka dışavurumu. Öyle ki adeta film bize, tıpkı filmde gösterildiği üzere siyah toplum Amerika’yı kirletirken, işte bir siyah adam da beyaz bir adamın beyaz karısını kirletiyor diyor. Michael Chapman’ın görüntüleri ve Bernard Herrmann’ın müzikleri filmin fetişizmini desteklerken, Scorsese bu iki öğeyi filmin her karesinde inanılmaz bir ustalıkla kullanıyor gerçekten. Hikâyenin ahlâki fetişizminin görsel karşılığını da hemen her karede yine ustalıkla üretiyor yönetmen ve açılış sahnesinden suda eriyen ilacı gösterdiği andaki gibi objelerin üzerinde durduğu anlara, kahramanımızın silahları ve onlarla yaptıklarından yavaşlatılmış çekimlere bizi avucunun içinde tutuyor sürekli. Peş peşe işlenen cinayetlerden sonra kameranın silahlar, cesetler ve kan izlerini adeta şehvetle taraması da teknik olarak etkileyici ama bir o kadar da “ahlâksız” bir davranış gibi görünüyor.
Beğendiği kadına ulaşamayınca onu soğuk davranması nedeni ile sendikalara benzeten, temizliğe giriştiğinde askeri havalı kıyafetlere bürünen ve Scorsese’den beklenecek bir şekilde silahı ile oynarken televizyonda dans eden siyah Amerikalılar’a nişan alan kahramanımızın tüm bu davranışlarının altında liberalizm ile toplumun ahlâki bir çöküntü içine girdiğine inanan Schrader ve Scorsese ikilisinin imzası var kuşkusuz. Özellikle de finalde, ahlâksız hayatından kurtardığı kızın ailesinden kahramanımıza gelen mektubun seyirciye okunduğu sahne bu imzanın sahiplerinin düşüncelerini birebir anlatıyor bize. Seçim kampanyasında çalışan zeki ve becerikli bir adamın aynı zamanda -liberal olduğu için- bir o kadar da pis, sersem ve itici olarak tanıtılması (bunun sadece kahramanımızın değil tüm hikâyede onunla özdeşleşmiş görünen Schrader ve Scorsese’nin görüşü olduğu çok açık), marketteki hırsızın öldürülmesinde veya finaldeki cinayetlerde olduğu gibi seyirciden kahramanımızın bu aksiyonlarına nerede ise alkış beklenmesi veya bunun gibi diğer pek çok sahne bu güçlü filmi seyrederken uyanık olmayı gerektiriyor kesinlikle. Yoksa tıpkı dönemdaşı Eastwood filmleri gibi bu film de sizi faşizminin içine rahatça alabilir ve kendinizi şehrin pisliklerini temizlemek için bireysel bir savaşın başrolünde bulabilirsiniz.
Ve De Niro. Bir insan nasıl canlandırdığı karakterin içine böylesine girebilir, bir oyuncu nasıl göründüğü her karede tüm ilgiyi üzerine bu denli toplayabilir ve ufak bir el veya göz hareketi ile, bir mimikle bunca şey anlatabilir? Hem canavarca hem çok yumuşak olabilen, hem öfke hem kırılganlık içerebilen, sesini aynı anda hem en yüksek hem en düşük tonlarda çıkarabildiği bir gösteri sunabilen oyuncu için söylenecek tek şey, önünde takdir dolu bir saygı ile eğilmek gerektiği. O tarihte henüz on dört yaşında olan ama o zamana kadar pek çok sinema ve televizyon filminde irili ufaklı roller üstlenmiş olan Jodie Foster’ın oyunu da içerdiği inanılmaz olgunluk ile filme artı değer katan bir başka unsuru oluyor hikâyenin.
Cannes’da Altın Palmiye ödülünü – seyircinin olumsuz yuhalamasına neden olarak- kazanan ama adayı olduğu Oscar’ı “Rocky” filmine kaptıran bu film De Niro ve Foster’a eşlik eden güçlü oyun kadrosu ile de dikkat çeken bir klasik özet olarak. Mutlaka görülmeli gereken bir sinema eseri ama taşıdığı ve faşist politik bir anlayışın izlerini hiç gizlemeden üzerimize boca eden ahlâki fetişizminden de özenle sakınılmalı.
(“Taksi Şoförü”)