“Onlar çocuk! Korkunca ya da organları havaya uçunca, anne diyerek ağlayan küçücük çocuklar!”
İkinci Dünya Savaşı’nın sonunda, beş yıl boyunca işgal altında tuttukları Danimarka topraklarındaki mayınları temizlemekle görevlendirilen Alman askerlerinin ve onları denetleyen Danimarkalı komutanın hikâyesi.
Martin Zandvliet’in yazdığı ve yönettiği, Danimarka ve Almanya ortak yapımı bir film. Yabancı Dilde En İyi Film dalında Danimarka’nın adayı olan ve son beşe kalan film, kimi klişelerden yararlanan, savaş karşıtı mesajlığı fazlası ile açık ve hümanizmi bol bir çalışma. Tüm bunların filmi sinema sanatı açısından bir parça geriye düşürdüğü açık ama şiddetin, ötekileştirmenin ve nefretin bunca yaygın olduğu bir dünyada sanatın zaman zaman bu tür mesaj kaygılarının izinden gitmesinde pek de bir sakınca yok ve hatta kirlenen/kirletilen ruhlarımızın arada bu tür terapilere ihtiyaç duyduğu da yadsınamaz. Görsel sadeliğinin sağladığı güç, komutanı canlandıran Rolan Møller ve tüm genç oyuncuların yalın ve etkileyici performansları ve seyirciyi hikâyenin tüm kahramanlarının akıbetleri konusunda -bir kısmının başına ne gelececeğini bilseniz bile- ilgili tutmayı başarması nedeni ile ilgiyi hak eden bir çalışma bu.
1945’te savaş sona erdiğinde, yaralarını sarmaya başlayan Danimarka’nın karşısına ciddi bir sorun çıkmış: Almanların beş yıl boyunca işgal altında tuttukları ülkenin doğu kıyıları boyunca yerleştirdiği 2.2 Milyon mayının temizlenmesi. Cenevre sözleşmesindeki “savaş esirlerinin tehlikeli veya sağlığa zararlı işlerde çalışmaya zorlanamayacağı” maddesine rağmen Danimarka hükümeti yaklaşık 2.000 Alman esiri bu mayınları temizlemeye zorlamış ve -filmin sonunda verilen bilgiye göre- çoğu çocuk yaşta olan bu askerlerin yaklaşık yarısı ya hayatını kaybetmiş bu işi yaparken ya da meydana gelen patlamalar nedeni ile çok ağır yaralanmış ve organlarını kaybetmişler. Danimarka’nın işlediği bu savaş suçunu anlatmaya soyunan filmin bir Danimarka yapımı olması ve hikâyedeki kimi karakterler aracılığı ile bir yumuşatma veya hümanizme boğma çabası olsa da, sonuçta bir yüzleşmeye olanak sağlaması kuşkusuz takdiri hak ediyor. Tarihte çok daha ağır suçları olan ülkelerin bu doğrudan yüzleşmeyi bir yana bırakın, tamamı ile inkâr yolunu seçtiğini düşünürseniz film asgari bir saygıyı garantiliyor zaten.
Milyonlarca insanın ölümüne neden oldukları savaşı kaybeden Alman askerlere yapılan kötü muamele ile açılıyor film ve hikâye kaçınılmaz hümanist mesajlarını vermeye başlayana kadar ve hatta ondan sonra da bu kötü muamele -en azından kimileri tarafından- sürdürülüyor. Doğası gereği trajik olan hikâyeyi daha da trajik kılan, tehlikeli bir işe zorlanan Alman askerlerinin genç, hatta çocuk yaşta olması. Savaşın sonlarında “artan ihtiyaç” nedeni ile on sekiz yaşın altındakileri de silah altına alan Alman ordusunun bu “çocuk”ları, dehşeti yaşadıkları bir savaşın ardından bir başka dehşetin içinde buluyorlar kendilerini ve tek umutları verilen tehlikeli işi bitirmeleri karşılığında (ve sağ kalırlarsa elbette) evlerine geri dönebilmeleri. Martin Zandvliet’in senaryosu bu hikâyeyi bir parça tahmin edilen bir gelişme çizgisi içinde anlatıyor: Düşmanlık – yakınlaşma – kuşku – yakınlaşma – final diye özetleyebiliriz bu çizgiyi. Finalin umut veren ve yürekleri ısıtan içeriğini de buna eklerseniz hikâyenin gelişim çizgisi açısından pek yeni bir şey söylemediğini ifade edebiliriz rahatça. Aralarında ikiz kardeşlerin de olduğu genç Alman askerlerin başlarına gelecekleri yine de ilgi ile izlemenize engel olmuyor bu durum ama. “İyi” bir dünyada önlerinde yaşayacakları daha uzun yıllar olan ve içinde bulundukları koşullarda bile hayallerini diri tutmaya çalışan gençlerin akıbetlerini incelikle ele alıyor çoğunlukla film ve kimi -belki de kaçınılmaz- sahnelere rağmen yoğun bir duygu sömürüsüne gitmiyor çoğunlukla.
Bir kısa hikâye tadında bir havası var filmin; büyük bir kısmı tek mekanda (gerçek olayların yaşandığı sahilde ve oradaki bir kulübe içinde geçiyor hikâye) geçen ve tek bir olayı anlatan hikâyesi ile gerilimini bu sıkışmışlık havasından da yararlanarak arttırıyor. Camilla Hjelm’in çoğuk açık havada çekilen görüntüleri karakterlerin içinde bulundukları tehlikeli bölge nedeni ile “hayat”tan izole edilmiş olmalarını da iyi aktarıyor bize. Mavi ve yeşilin soğuk tonlarının hâkim olduğu görüntülerin başarısına Sune Martin’in müzikleri de eşlik ediyor ve geldiğini hissettiğiniz patlama sahnelerinde bile (ki bazılarında hazırlıksız yakalanıyorsunuz gerçekten) etkilemeyi başarıyor film.
Her ne kadar etkileyici olsa da ve daha da etkileyici bir şekilde sonuçlansa da, “mayınlı bölgede oynayan çocuk” sahnesi filmin hümanizm dozunu abartması ve duygularınızı zorlaması nedeni ile gereksiz görünüyor. Gereksiz çünkü hikâyenin Danimarkalı komutan ile askerler (özellikle de biri) arasında gelişmeye başlayan ve bir baba oğul ilişkisini andıran içeriği yeterince etkileyici ve anlamlı. Nefret, acıma, kuşku, güven ve sevgi arasında gidip gelen bu ilişki yeterince güçlü ve filme ısınmanız için tek başına yeterli nerede ise. Üstelik Zandvliet bir şeyi daha ustaca başarıyor: Film sessizlikten akıllıca yararlanıyor ve karakterlerin içinde bulundukları ruh hallerine bizim de girmemizi, en azından onların hislerini anlamamızı sağlıyor. Ölen her bir gençle/çocukla birlikte artan bir sessizlik bu sanki ve savaşın kötülüğünü, her ölen gençle birlikte umudun da öldüğünü hatırlatıyor bize.
Filmin hümanizm dozunun yanısıra eleştirilecek bir yanı daha var; Alman gençlerin savaşla, ülkelerinin savaşta neden oldukları veya en azından Nazizm ile ilgili tek bir fikrini, konuşmasını dahi duymuyoruz filmde. Evet, onların içine atıldıkları bir kötülüğün hesabını vermeleri beklenemez ve zaten film de temel olarak intikamın yanlışlığı üzerinden ilerliyor ama ne olursa olsun ellerine verilen silahlarla öldürmüş ya da öldürülmüş olan bu gençlerin yaşadıklarını (ve nedenlerini) en azından arada bir sorgulamaları gerekirdi. Burada bir kötü niyeti yok filmin kuşkusuz ama bunun pek de önemsiz bir eksiklik olmadığını söylemek gerekiyor.
Savaşın neden olduğu ve pek konuşulmayan önemli bir trajediye değinen ve zarif görselliği ile önemli olan film, sizi pek şaşırtamasa da ve duygusal klişelerden -maalesef- yeterince kaçınamamış olsa da görülmeyi hak ediyor.
(“Unter dem Sand” – “Land of Mine” – “Mayın Ülkesi”)