Captain Fantastic – Matt Ross (2016)

“Kırık bir kemiği yerine oturtabilmek ya da ciddi bir yanığı tedavi edebilmek mi komik? Zifiri karanlıkta yıldızlarla yürüyebilmek, bu mu komik? Yenilebilir bitkileri seçebilmek, hayvan derisinden elbiseler yapmak, ormanda sadece bıçak yardımıyla hayatta kalabilmek mi? Bunlar mı komik geliyor sana?”

Kapitalist toplumun tüm dayattıklarını ret ederek, altı çocuğu ile ormanın derinliklerinde toplumdan yalıtılmış bir hayat süren ve ağır hasta eşi hastanede olan bir adamın, bu seçiminin büyük bir sınavdan geçmek zorunda kalması ile yaşananların hikâyesi.

Matt Ross’un yazdığı ve yönettiği bir ABD yapımı. Cannes’ın Belirli Bir Bakış bölümünde yönetmen ödülünü kazanan yapıt toplumsal düzenin tüm zorlamalarının dışına çıkarak, bir ütopya yaratma ve sürdürmenin mümkün olup olmadığı üzerine düşündüren, zaman zaman duygusal zorlamalara ve Amerikan sinemasının klişelerine kapılsa da hikâyesinin ilginçliği ile dikkat çeken, iyi oynanmış, temposunu hemen hep diri tutabilmiş bir çalışma. Üzerinde düşün(dü/rttü)ğü meselenin bir filmin sınırları içine hapsedilemeyecek kadar karışık ve çok boyutlu olmasının tek başına açıklamaya yetmeyeceği şekilde, hikâyenin seyirciyi zaman zaman gereğinden fazla bir basitleştirmeye götürmesi gibi önemli bir problemi olan film yine de ilgiyi hak ediyor.

Sadece kuş seslerini duyduğumuz bir çam ormanında havada kayarak ilerleyen kamera adeta cennetten bir köşeyi gösteriyor bize. Yüzü boyalı bir genç adam otların arasından fırlıyor, otlamakta olan bir geyiği bıçağı ile boğazlayarak öldürüyor ve beş çocukla birlikte yanına gelen babasının “Bugün oğlan öldü ve yerini bir adam aldı” sözleri ile ifade ettiği övgüsünü alıyor. Hayır, Amazonlar’daki bir ormanda değiliz ve bu yedi kişi de bir “vahşi” kabilenin üyesi değiller. Baba ve onun kapitalist tüketim toplumunun tüm zararlarından uzak tutarak birlikte orman içinde bir yaşam kurduğu altı çocuğu gördüklerimiz. Anne ağır bir ruhsal hastalık nedeni ile üç aydır hastanededir ve adam eşi ile birlikte kurduğu bu ütopyada çocuklarının tüm fiziksel, ruhsal ve entelektüel gelişimlerini sıkı bir disiplin ama aynı zamanda da geniş bir özgürlük içinde sağlamaktadır. Anne ile ilgili gelen bir haber, bu yedi kişiyi toplumal yaşamın içine -en azından geçici olarak- dönmeye zorlayacak ve ortaya sorgulamalar, çatışmalar, hayaller ve gerçeklerin ayrı düşmesi ile ortaya çıkan bir hikâye başlayacaktır.

Matt Ross hikâyeyi çocuk sahibi olup, ebeveyn olmanın yükümlülüklerini ve zorluklarını sorgulamaya başladıktan sonra yazmış. Hikâyedeki baba ise bu sorgulamalarının sonuçlarına net bir kesinlikle ulaşmış ve ailesini toplumun tamamen dışarı çıkararak, bu sonuçların karşılığı olan hayatı da kurmuş bir karakter. En ufağından (sekiz) en büyüğüne (18) tüm çocuklar ormandaki bir doğal yaşamın gereği olan fiziksel üstünlüklere sahip olmanın yanında, entelektüel olarak da sadece yaşıtlarının değil, dünya ortalamasının da çok üzerindeler. Tümü sadece okumakla yetinmiyor; okuduklarını sorguluyor, analiz ediyor ve yorumluyorlar da. Tüm karakterlerin dilinde kapitalizm, faşizm, sınıf meseleleri, Stalin, Troçki, Marx ve Pol Pot gibi sözcükler uçuşup duruyor. En büyük oğlanın, bir benzincide karşılaştığı kızlarla konuşma konusundaki kararsızlık ve çekingenliği gören babasının onu cesaretlendirmek için söylediklerine “Ne konuşayım? İşçi sınıfının onları sömüren sınıflara ve onların devlet yapılarına karşı silahlı bir devrime kalkışması hakkında ne düşündüklerini mi sorayım?” diyerek tepki veriyor; çocukların işte bu fiziksel ve ruhsal gelişmişliklerinin ve yalıtılmışlıklarının “gerçek hayat” karşısında onları içine attığı sıkıntıların bir örneği oluyor bu sahne.

Tüm çocuklar zekî, becerikli ve doğa ile müthiş bir uyum içinde gösteriliyor hikâyede ki bunların üçüncüsü ve kısmen de ikincisi, sürdürdükleri yaşamlar ile açıklanabilir ama ilki için aynı şeyi söylemek mümkün değil. Çocukların bu denli -en azından o ütopya içinde- mükemmel bireyler olması inandırıcı değil pek; kaldı ki babanın (ve bir süre öncesine kadar annenin) onları hemen her konuda eğitecek, yönlendirecek birikime, bilgiye ve beceriye sahip olması da izahı zor bir durum. Üstelik babanın onları şehirdeki kuzenleri ile karşılaştırdığı sahnede bu kuzenlerin fazlası ile uyuşuk, bilgisiz ve sevimsiz çizilmesi de Hollywoodvari (film bağımsız bir yapım olsa da) bir tercih olmuş kesinlikle. Seyirciye adeta işte bu iki seçenek var sadece demiş oluyor senaryo ki fazlası ile yönlendirici ve basit bir yaklaşım bu ve meselenin önemine de zarar veriyor. Senaryonun bir diğer zaman zaman sıkıntı yaşadığı durum ise hafif bir ironi ya da mizaha başvurduğu anlar; 8 yaşındaki bir çocuktan duyduğumuz ve derin felsefe içeren sözler ya da tüm karakterlerden hikâye boyunca kulağımıza gelen faşizm, sömürü, egemen sınıflar gibi ifadeler açısından filmin kendisinin nerede durduğu ya da bir yerde durmayı seçip seçmediği anlaşılmıyor. Elbette ille de bir tarafı olması gerekmiyor bir sanat eseri olarak bir filmin ama dile getirdikleri ile eğlenmemizi ister gibi yaparken, bir yandan da ciddiye almamızı bekliyor gibi bir hâli var hikâyenin ki bu da filmin genel olarak lehine olmuyor.

Otoyol kenarındaki dev ilan panolarında “Göç mü istila mı?” (Çok tanıdık, değil mi?) afişlerinin, bir polis çevirmesinden “radikal hristiyan aile rolü” yaparak kurtulunmasının, “herkes ne kadar şişman” gözleminin ve bir fastfood restoranındaki sahnenin birer sembolü olduğu tüketim toplumu eleştirisini güncel Amerikan toplumu ve yaşamları için sık sık yapıyor film ama burada kendini frenlediğini kabul etmek gerek. Bunun en iyi örneği annenin çok zengin ailesi; babanın karşı olduğu her şeyi temsil ediyorlar ama temelde ”iyi insanlar” olan bu karakterlerin devasa malikânelerini mümkün kılan zenginliğin kaynağını bu eleştirinin bir parçası yapmalıydı senaryo tutarlılık adına. Sanki Matt Ross daha iyi alternatiflerin olduğunu ama bunların seçiminin imkânsız olduğuna inanıyor ve bize de bunu söylemeye çalışıyor. Finaldeki “uzlaşmacı” seçim de herhalde hem bir Amerikan filminden beklenen “mutlu son”u verebilmek adına hem de bir yanıt verme niyetinin sonucu olarak oluşturulmuş. Tüm bu eleştiriler filmin çok önemli ve çekici bir yanının tadını çıkarmaya engel olmamalı ama; bir kurgu filmin Noam Chomsky’yi, bırakın neredeyse hikâyenin başrol oyuncularından biri yapmasını, anmasının bile neredeyse imkansız olduğu günümüz sinemasında çekilmiş bir film var karşımızda çünkü. Ayrıca tüm o politik ve ideolojik isimler ve göndermelerin yerli yerinde kullanılarak anaakım seyircinin onlarla tanıştırılması gibi bir başarısı da var Matt Ross’un. Annenin kız kardeşinin ailesi ile olan sahnelerde iki farklı ebeveyn tutumu üzerinden aktardığı gözlemler ise toplumdaki ikiyüzlülüklerin, cehaletin ve bir birey olarak tüketici olmaktan öteye geçememiş olmanın acı bir resmini çiziyor.

Matt Ross’un filminin içeriği sinemadaki farklı örnekleri de çağrıştırıyor toplumun düzenine aykırı davranan ve / veya kendi ütopyalarını yaratan karakterler açısından. Hal Ashby’nin 1971 tarihli “Harold and Maude” filmi ölüme takıntılı genç bir oğlanın 79 yaşındaki bir kadınla kurduğu arkadaşlığı ve kadının ona hayatı sonuna kadar ve eksiksiz yaşamayı öğretmesini anlatır; aralarındaki, sonradan romantik bir boyut da kazanan arkadaşlık, toplumdaki yerleşik kurallara boyun eğmemenin hikâyesi olur. Yunan sinemacı Giorgos Lanthimos’un 2009 tarihli “Kynodontas” (Köpek Dişi) adlı yapıtında ise bir adam üç yetişkin çocuğunu dünyadan tamamen soyutlayarak, evlerinde ve dış dünyanın korkusu ile yaşatır. Ross’un filmi bu iki yapıtın ve benzeri örneklerin izinden gidiyor bir bakıma ve bireylerin toplumsal şartlanmalara boyun eğen yaşamlarından çocuklarını uzak tutmaya soyunan bir babayı konu ediniyor. Ebeveynlerin çocuklarının neye ne kadar maruz kalacaklarının, nasıl ve neye inanacaklarının sınırlarını çizmeye ne kadar hakları olduğu üzerinde düşünmemizi bekliyor film ve çocuklardan birinin, “Herkesin Noel’i kutladığı bir toplumda, bizim kendi uydurduğumuz Noam Chomksy gününü kutlamamamızın ne anlamı var” sorusunu bize de sorduruyor. Babanın, bir diğer çocuğun üniversiteye gitme düşüncesine “Zaten her şeyi biliyorsun” sözü ile tepki vermesi üzerine aldığı “Evet, kitabî olan her şeyi!” cevabını da bu bağlamda değerlendirmek gerekiyor. Filmin ikinci yarısında, babanın kurduğu düzeni sorgulamasına neden olan gelişmeler de -her ne kadar konunun özünden uzaklaşıp, gereksiz fiziksel cesaret gösterisi alanına kaymak gibi önemli bir hata yapmış olsa da Ross’un senaryosu bu bölümlerde- aynı olguyu sorgulatıyor.

Mezarlık ve sonraki sahnelerle yaşamı ve onun doğal bir parçası olan ölümü kucaklamak konusunda “Harold and Maude” tarzı bir iyimserliğin hâkim olduğu filmde dikkatli bir seyircinin kaçırmayacağı küçük göndermeler var: Örneğin ailenin babayı ve kurduğu düzeni en çok sorgulayan üyesini ateş etrafındaki toplu okuma saatinde Dostoyevski’nin “Karamazof Kardeşler” kitabı ile görüyoruz; Rus yazarın bu eseri babalarının inançlarını ve yaşam şeklini eleştiren ve ona isyan eden üç oğlanı anlatır. Belki bir parça fazla sembolik ve kolaya kaçan ama yine de eğlenceli bir gönderme bu. Bir başka örnek de babanın giydiği “Jessie Jackson 88” tişörtü. 1984 ve 88’de Demokrat Parti’nin başkan adayı olmak için yarışan bu siyah politikacı ABD’de liberal (sol değil elbette) kesimlerin umudu olmuştu uzun bir süre.

Babanın otobüsünün kapısında çırılçıplak durarak, geçmekte olan bir yaşlı çiftçi şaşırtması gibi gereksiz pek çok sahnesi var filmin ki anlaşılan Ross bu ve benzerlerini, Amerikan sinemasının seyirciyi alıştırdığı kolaycı yaklaşımların tuzağına -bilerek veya bilmeyerek düşerek- koymuş yapıtına. Bir diğer kusuru da filmin, Ross’un babayı doğru ve yanlış arasında nereye konumlandıracağını tam olarak karar verememesi; bir tarikat lideri, bir radikal solcu, bir hippi, bir sevecen ve güçlü baba, bir ütopyanın yaratıcısı vs. karakterleri arasında gidip geliyor baba karakteri ve zaman zaman onun ve çocukların birer karikatür figürüne dönüşmesi de bu problemi daha da belirgin kılıyor. Neyse ki baba rolündeki Viggo Mortensen’in zaman zaman ustaca kendi karakterinin karikatürü olmaya da uzanan güçlü performansı bu problemi azaltıyor bir parça.

Alex Sommers’in müzikleri ve Israel Nash’in şarkıları ile renklenen film tüm önemli problemlerine karşın, Amerikan sinemasından örneğini pek göremediğimiz içeriği ile ilgiyi hak ediyor sonuç olarak. Pek çok apolitik kişide sadece Noam Chomksy hakkında merak uyandırabilme potansiyeli bile yeterli aslında.

(“Kaptan Fantastik”)