Pride – Matthew Warchus (2014)

“Çünkü verdiğiniz şey paradan daha fazlası, arkadaşlığınızı verdiniz. Sizden çok daha büyük, çok daha güçlü bir düşmanla savaş halindeyken, varlığından hiç haberinizin olmadığı bir arkadaşınızın olduğunu keşfetmek dünyadaki en güzel duygu”

1984’te Thatcher hükümeti döneminde madenlerin kapatılması kararına karşı grev yapan Gallerli madenciler ve aynı düşmanla mücadele ettiklerine inanarak onlara destek olmaya karar veren Londralı LGBT grupların dayanışmasının hikâyesi.

Stephen Beresford’un orijinal senaryosundan Matthew Warchus’un çektiği bir Birleşik Krallık ve Fransa ortak yapımı. Cannes’da “Queer Palm” ödülünü kazanan film muhafazakâr, sermaye yandaşı ve işçi düşmanı bir iktidara karşı mücadele eden ve yan yana gelmesi pek düşünülemeyecek iki farklı grubun ortak mücadelesini anlatıyor. AIDS’in de özellikle kendi gruplarına ciddi bir yıkım getirdiği bir dönemde LBGT grubunun ortaya koyduğu dayanışmanın gerçek hikâyesi oldukça sert ve ciddi bir konuyu komediye de kayan bir içerikle ele alan, seyri kolay ve keyifli bir çalışma. Tüm politik yanına karşın, finali ile bu içeriği yumuşatan ve örneğin madencilerin sonrasında yaşadıklarını unutuveren bir çalışma olarak “liberal bir umut” örneği bu film ve politik açıdan eleştiriye de hayli açık.

1915 tarihli bir sendika şarkısı olan “Solidarity Forever”ın Pete Seeger yorumu ile başlıyor film; aralarda bir yerde James Oppenheim’ın kadınların oy hakkı eylemleri için 1911’de yazdığı “Bread and Roses” adlı şiirinden Mimi Fariña’nın 1974 yılında bestelediği şarkıyı oyuncuların bir kısmının sesinden dinliyoruz; kapanışta ise Billy Bragg’ın 1986 tarihli “There is Power in a Union” adlı emek, dayanışma ve sendika şarkısını dinliyoruz. Bunların dışında ise film boyunca 1980’lerin popüler meloedileri ve özellikle LGBT sanatçıların şarkıları farklı sahnelerde karşımıza çıkıyor. Aslında tüm bu şarkılar filmin hikâyesinin de iyi bir özeti. 1980’lerde Galler bölgesindeki madencilerin başını çektiği eylemlerin gerçek görüntüleri ile açılıyor film. İktidarda Margaret Thatcher hükümeti vardır ve kapitalizmin en vahşi uygulamalarının ülkesindeki mimarı olan bu politikacı emek ve emekçi düşmanı politikaları ile sendikaları hedefine almıştır. SSCB bayrağı asılı olan evinde grevle ilgili haberleri dinleyen ve penceresinde “Thatcher Out” yazılı bir pankart asılı olan gay aktivist Mark, Thatcher televizyonda tüm o şeytanlık dolu fikirleri ile konuşmaya başlayınca eline aldığı bir plastik kova ile fırlar evinden. Amacı aktivist arkadaşları ile birlikte madenciler için para toplamaktır. Ne var ki bu iyi niyetli dayanışma çabası iki tarafta birden önyargılarla karşı karşıya kalır: LGBT üyeleri kendilerinin onca sorunu varken ve üstelik kendilerine en katı önyargılarla bakan bir bölgenin halkı için para toplamanın yanlış olduğunu düşünürken, madenciler de “sapık”lardan gelecek yardımın kendi mücadelelerine zarar vereceğine inanmaktadır. Hikâye bu önyargıların karşısına birlikte mücadele etmeyi ve dayanışmayı koyuyor ve ortak düşmanın varlığına işaret ediyor. Mark’ın dediği gibi iki taraf da aynı zihniyetin kurbanıdır: “Madencilerden kim nefret ediyor? Thatcher. Başka? Polis, halk ve hükümet yanlısı medya. Tanıdık geldi mi?”.

Film bu hikâyeyi -arada gözyaşlarınızı tutamayacağınız birkaç sahnesi olsa da- duygu sömürüsüne çok fazla gitmeden anlatıyor. Kendilerine bağış yapmak isteyenlerin “Lezbiyenler ve Gayler Madencileri Destekliyor” adında bir grup olduğunu öğrenince telefonu kapatan sendikacılara rağmen, doğru olduğuna inandığını yapmakta inat eden bir grup insanın çabası bize, inandığımız değerler için başta önyargılar olmak üzere her güce karşı koymak gerektiğini hatırlatıyor. Mücadele boyunca pek çok zorlukla karşılaşıyor dayanışmanın önemine ve gerekliliğine inanan bu insanlar. “Tanıştığımız ilk eşcinselsiniz” cümlesine “Siz de tanıştığım ilk madencisiniz” karşılığının verildiği film birlikte hareket etmenin (madencilerin bayrağında yazıldığı üzere “omuz omuza ve elele” yürümenin) güzelliği üzerine kurulu hikâyesi ve konusunun sertliğini hayli yumuşatan hafif anlatımı ile ilgi çekiyor. Dayanışmanın yarattığı güzelliğe odaklanması kuşkusuz takdir edilmesi gereken ve seyrederken içinizi umudun ışığı ile aydınlatan bir tercih; ama kime karşı dayanışıldığının üzerinde pek durmayan ve grev bittiğinde (bitirilmek zorunda kalındığında daha doğrusu) o madencilere ve madenci kasabalarına ne olduğunu söylemeyi gerekli görmeyen hikâyenin eleştirilmesi de gerekiyor. Ayrıca LGBT aktivistleri ile madenciler arasında köprüyü kuranın Mark’ın politik tavrı olduğu üzerinde daha fazla durmalıydı film ama yapımcıları arasında BBC’nin de bulunduğu filmin böyle net bir politik duruştan ziyade, liberal uzlaşmacılığı tercih etmesi şaşırtıcı değil.

Mark’ın madenciler ve aileleri ile ilk kez karşılaştığı sahnede hazırlıksız yakalandığı konuşmanın ters gitmesinin (ancak gay topluluğu içinde bir anlamı olan Judy Garland göndermelerinin sessizliğe neden olması gibi) örneklerinden sadece biri olduğu zor bir durum var ortada: Düşmanları dışında ortak hiçbir noktaları olmadığına inananların bir araya gelebilmesi. 2013’te ülkemizde yaşanan Gezi Direnişi de işte tam da bunun bir örneği değil miydi? Çok farklı inançları ve ajandaları olan ve aynı iktidarın kurbanları olmak dışında ortak bir yanları yok gibi görünen grupların bir direniş ruhunda birleşebilmesinin güzelliğini yaşamış herkes bu filmi izlediğinde coşku ve hüznü aynı anda hissedeceklerdir mutlaka. Hikâyenin tüm o önyargıların ortasında -filmin en kötü karakteri bir kadın olsa da- kadınların sağduyusunu öne çıkarması da dikkat çekiyor ve filmin genel tavrına hayli uygun düşüyor bu.

Hikâyedeki karakterlerden biri, İspanya’da başlayıp Galler’e ve oradan da ABD’ye uzanan bir kömür yatağından bahsediyor. Madencilerin, daha da genel olarak emekçilerin ortak kaderleri için güzel bir metafor olan bu olgunun yanısıra oldukça çekici ve eğlenceli yanları da var filmin. “Sana ne isim takılırsa, onu al ve kullan” ifadesi ile özetlenen eşcinsel geleneğinden (burada bir gazetenin onları sapık olarak tanımlaması üzerine gruplarına Sapıklar Madencileri Destekliyor adını vermelerinin nedeni oluyor bu) maço kasabalı erkeklere dans etmeyi öğreterek onların kızlarla yakınlaşabilmelerini sağlayan gay karakterlere ve tüm o müziklerden esprili diyaloglarına film seyircisini eğlendirmeyi hiç ihmal etmiyor; bunu yaparken fazlası ile yumuşak bir üslûp takınıyor, sahip olması gereken politik içerikten özenle sakınıyor (örneğin Mark’ın komünist parti üyesi olduğu ve hatta partinin gençlik kolu başkanı olacak kadar aktif bir üye olduğundan hiç söz edilmiyor örneğin) ve bir “kendini iyi hisset” hikâyesi olarak pozisyon almayı tercih ediyor.

Kapanışta gerçek karakterin bazılarının akıbetleri ile bilgi veriliyor (Mark 1987’de AIDS’ten hayatını kaybediyor, en aktif madenci eşlerinden biri eşcinsel bir karakterin teşviki ile üniversiteye gidiyor ve daha sonra bölgesini temsil eden ilk kadın parlamento üyesi oluyor) ve bu dayanışma eyleminin İşçi Partisi’nin manifestosuna maden işçileri sendikasının da desteği ile tarihinde ilk kez LGBT haklarını almasını sağladığı belirtiliyor. Direnişlerin bir şeyleri değiştirebileceği umudunu bu bilgiler üzerinden de diri tutan filmin, adının (Pride: Onur) sadece LGBT grupları ile özdeşleştiği şekilde değil, hakları için mücadele eden her bir birey ve grup için kullanılabileceğini söylediğini düşünmek mümkün ama filmin pek politik olmama tercihi açısından bakılırsa öyle de olmayabilir aslında.

Yönetmen Matthew Warchus senaryodan gelen hafif havayı yönetmenliğine yansıtmış ve ortaya seçilen dönem şarkılarının da katkı sağladığı akıcı bir dil koymuş; derinlere inmeyen ve yeni bir dilin peşine de düşmeyen bu anlatım biçimi bu “şeker gibi” filme de uymuş açıkçası. Tüm kadronun filmin eğlencesini zenginleştiren parlak performanslar sunduğu film tıpkı Mark’ın komünist parti üyeliğini unutuvermesi gibi, hem LGBT üyelerinin eşcinselliğini hem de madencilerin muhafazakârlığını seyirciyi ürkütmeyecek biçimde yumuşatmayı seçmiş. Sendikaların yalnız bıraktığı, bugün Corbyn’den “kurtularak” muhafazakârların kötü bir kopyasına dönüşmüş olan İşçi Partisi’nin desteklemediği madencilerin eylemlerine yanlış bir nostalji duygusu ile ve sınıf mücadelesine geçmişte kalmış bir fantezi gözü ile bakan film önemli politik kusurları olan, “Her şey politiktir” mesajının kanıtı olabilecekken ve bunun için tüm olanaklara sahipken bunu yeterince işlememeyi seçen bir çalışma. Yine de keyifle seyredilebilir ve direnmenin, dayanışmanın onurlu güzelliğinin tadı çıkarılabilir.

(“Onur”)