It Started in Naples – Melville Shavelson (1960)

“Bir insan hem avukat hem domuz olabilir; sık rastlanan bir şeydir”

Evli olan kardeşinin ölümü üzerine İtalya’ya gelen bir Amerikalı adamın kardeşinin geride başka bir kadından olan bir çocuk bıraktığını öğrenmesi ile gelişen olayların hikâyesi.

Aralarında İtalyan Yeni Gerçekçilik akımının usta senaristi Suso Cecchi D’Amico’nun da olduğu kalabalık bir ekip tarafından yazılmış vasat senaryosu ile bu film Sophia Loren’in Hollywood ile işbirliği döneminden vasat bir çalışma. Loren’in ve hikâyenin yaşandığı Capri adasının güzelliği dışında seyircisine pek bir şey veremeyen film yine de bu iki güzelliğin hatırına izlenebilir.

Amerikan sinemasının film çekildiği tarihte 59 yaşında olan yıldızı Clark Gable ile aynı tarihte 26 yaşında ve güzelliğinin/gençliğinin doruğunda olan Loren arasında bir aşk ne kadar inandırıcı/çekici olabilirse film de sinemasal olarak o kadar inandırıcı/çekici olabilmiş maalesef. Gable sondan bir önceki filminde çok yorgun ve hantal bir oyun verirken, Loren senaryonun kendisine bir derinlik yaratmasına imkân vermeyen içeriği nedeni ile soğuk Amerikalı’nın gerçekleri görüp Akdeniz tarzı bir hayatın tadını çıkaracak bir insana dönüşmesindeki payını sadece klişelere dayanarak göstermeye çalışıyor. Dansları ile eşlik ettiği şarkıları, kanlı/canlı güzelliği ve o seksi ve büyük gülümsemesi ile filmin kendisinden beklediğini belki de fazlası ile veriyor aslında Loren. Senaristlerin gürültülü, kalabalık ve elbette eğlenceli İtalyanlar’ı bolca vurgulayarak filme katmaya çalıştığı sıcaklığı elde ettiği söylenebilir ve Capri’nin güzelliğinin bu sıcaklığı artırdığı da. Hamburger ve beyzboldan oluşan (film bunu olumsuz olarak mı gösteriyor, pek anlaşılmıyor ama) Amerikan kültürünün karşısına çıkarılan İtalyan kültürüne güçlü bir sempatisi olduğu açık filmin. Evet insanlar kavga ediyor, sokaklar ve insanlar gürültülü ve küçük üçkağıtlar yapıyorlar ama finalde trendeki snob Amerikalı turistlerin İtalya’yı ve kültürlerini küçümseyen sözlerinin Amerikalı kahramanımızı kızdırması gibi hikâyedeki her tür İtalyan öğe de seyircinin bu Akdeniz kültürünü sevmesini garanti edecek şekilde (ve elbette klişelerden kaçamadan) sergileniyor.

Mekanın ve Loren’in doğal güzelliği, çocuk (elbette o tarihte) oyuncu Marietto’nun sempatikliği ve usta görüntü yönetmeni Robert Surtees’in Capri’nin turizm sektörüne de hizmet edebilecek başarılı görüntüleri ile film bell bir cazibeyi garanti ediyor aslında. Gürültülü ama eğlenceli, yoksul ama onurlu İtalyanlar’dan bir kadının soğuk bir Amerikalı adamı dönüştürme hikâyesinin nasıl gelişeceği veya sonunun ne olacağı çok açık kuşkusuz. Filmin zaten pek de merak uyandırma telaşı yok ve eskilerden bir romantik komedi için yadırganmayacak bir durum bu. Yine de senaryonun kimi boşlukları neden o hali ile bıraktığını anlamak pek mümkün değil. Örneğin adamın ABD’deki evlilik töreninden bir gün önce okyanuş aşıp İtalya’ya hiç de acil olmayan bir konuyu halletmek için gelmesi gibi bir zorlamaya neden başvurulduğunu anlaşılmıyor. Benzer biçimde adamın ABD’deki ilişkisinin neden hikâyedeki gibi geliştiğini anlamak için hiçbir ipucu vermiyor senaryo bize.

Senarist D’Amico gibi sinema tarihine aralarında “Ladri di Biciclette – Bisiklet Hırsızları” ve “Sciuscià – Kaldırım Çocukları” filmlerinin de olduğu Yeni Gerçekçilik başyapıtlarını yönetmen olarak armağan etmiş olan Vittorio de Sica’nın da eğlenceli ve “domuz” avukat rolünde karşımıza geldiği film özetle sıcaklığı ile vakit geçirtebilen, Loren ve Capri’nin güzelliği ile oyalayabilen ve İtalyanlar’a samimi bir aşk ilan ederek dikkat çeken bir çalışma. Fazla bir şey beklemeden seyredilebilir.

(“Macera Böyle Başladı”)

Houseboat – Melville Shavelson (1958)

“Yüksek kaliteli insanlardan sıkıldım, en düşük kalitelileri ile tanışmak istiyorum”

Karısının ölümü üzerine daha önce ilgilenemediği üç çocuğu ve tesadüfen karşısına çıkan İtalyan dadı ile yeni bir hayat kurmaya çalışan adamın hikâyesi.

İtalyan yıldız Sophia Loren’in 1950’li yıllardaki Hollywood döneminden bir örnek. Loren ve kendisine eşlik eden Cary Grant yaklaşık bir ilk 15 dakikasından sonra hikâyesinin nasıl gelişip nasıl sonuçlanacağını tahmin edebileceğiniz romantik komedilerden birinde geliyorlar karşımıza. Bu durumda filmin tahmin edilebileni seyirciye nasıl sunduğu önemli oluyor ki senaryoya da katkısı olan yönetmen Melville Shavelson’ın bu alanda da vasatı pek aşabilen bir sonuç elde ettiği söylenemez.

Hafif komedi, bir parça dram, çocuk oyuncuların sempatisi, Loren’in pek de beceri ile kullanılmış gibi görünmeyen güzelliği ve elbette bir parça romantizm bana yeter, gerisi önemli değil diyorsanız bayılmasanız da sevebileceğiniz ama bu kategoriye girmiyorsanız pek de çekici gelmeyecek bir film karşımızdaki. Bu tür romantik komedilerin başarısı için olmazsa olmaz koşullardan biri başrollerdeki çiftin uyumu konusunda filmimiz sınıfta kalmıyor ve Grant-Loren ikilisi bir uyumu yakalamış gibi görünüyorlar ama filmi kurtaracak düzeyde değil bu uyum. Tipik Hollywoodvari bir yaklaşımla film çekildiği tarihte 54 yaşında olan Grant ile 24 yaşındaki Loren’i eşleştirmekten çekinmeyen senaryo bahis konusu uyumu etkileyici ikili sahnelerle nadiren zenginleştirebildiği ve dinamizmi eksik olduğu için seyirciyi güçlü bir biçimde eline geçirmekte zorlanıyor. Filmin çekimleri sırasında iki yıldızın gerçek hayattaki aşklarının bitmesinin de etkisi var mı bilinmez ama ne Grant ne de Loren filmi sürükleyecek bir performans vermiyorlar. Grant yeterince canlı bir oyun sunmuyor, Loren ise senaryodan kaynaklanan nedenlerle ne yeterince bir anaç sıcaklık gösterebiliyor ne de filmin iddia ettiğinin aksine bir seks sembolü örneği olabiliyor. Burada bir parantez açıp Loren’in yine de güzelliğinin ve gençliğinin zirvesinde olduğunu ve filmden nerede ise bağımsız bir cazibe kaynağı olduğunu da belirtelim.

Babaların çocuklarına olan mesafeli duruşuna romantik komedi kalıpları içinde de olsa eleştirel bakan bir hikâye olarak başlayan ve ilerleyen filmin finalde bunun tam tersini onaylayıcı (özellikle kadın ve babası arasındaki ilişki üzerinden) bir tavır takınması ve babasının çevresindeki tüm şatafat, zenginlik ve yapaylıktan kaçan kadın üzerinden böyle bir hayatı eleştiriyor gibi görünen bir filmin –Hollywood’un servet düşmanlığı yapması, özellikle de 50’li yıllarda söz konusu olamayacağı için doğal olarak- aslında hiç de böyle bir derdinin olmadığını görmek de keyif kaçıracak bir durum. Bu hususları ve “dadı gelir ve şarkı söyleyerek çocuklara ve bekar babaya birbirlerini sevmeyi öğretir” gibi klişelerini bir kenara bırakırsak, “That’s Amore” şarkısı eşliğinde dans, Sam Cooke’un sesinden “Almost in Your Arms” şarkısı, “Dolce Far Niente – Hiçbir şey yapmamanın zevki” felsefesi, filmimiz kıymetini bilememiş gibi görünse de Loren’in varlığı ve doyurucu olmasa da komedisi ve romantizminin hafifliği ile ilgi görebilecek bir film “Houseboat”. Adamın baldızı rolünde ve onu önce ablasına şimdi de bir İtalyan kadına kaptıran baldızın hikâyesi ise filmin sürprizi olabilirmiş eğer daha becerikli işlenebilseymiş.

(“Dadının Şansı”)

The War Between Men and Women – Melville Shavelson (1972)

“Bir zamanlar çok yalnızdım. Ne karım, ne çocuklarım ne de köpeğim vardı. Kısacası özgürdüm.”

Kadınlara herhangi bir bağlılıktan uzak duran bir karikatüristin hayatına bir kadının ve onun çocukları ve köpeklerinin girmesi ile başlayan olayların hikâyesi.

Amerikalı yazar ve karikatürist James Thurber’ın çizgileri ve hikâyelerinden esinlenilerek yazılan senaryo eşliğinde arada animasyona da yer veren film ağırlıklı olarak Jack Lemmon’ın her zamanki başarılı oyunu ile sürüklediği ama ilk yarısındaki özgün anlatımını ve adının çağrıştırdığı temasını tüm zamanına yayamayan bir çalışma.

Marvin Hamlisch’in keyifli müziği eşliğinde “öfke dolu ve intikam peşindeki kadın” karakterlerin yer aldığı animasyon bölümü ile başlayan film bu çizgi kareleri ile baştan bir durumu açıkça ortaya koyuyor: Hikâye erkeklerin gözünden anlatılacaktır ve onların “başlarındaki en büyük dert” olan kadınları hicvedecektir ağırlıklı olarak. Kahramanımızın kendisinin de mizahçı olması nedeni ile onun hayata alaycı bakışının ağır bastığı film özellikle ilk yarısında hayli eğlendirici ve yönetmen Melville Shavelson’ın kimi üslup denemeleri de oldukça başarılı. Lemmon’ın sık sık seyirciye dönerek konuşması adeta kahramanımızın çizdiği bir karikatür bandını izlediğimizi hissetmemizi sağlıyor ve bu durum bir yandan eğlendirici olurken bir yandan da zaman zaman sanki farklı karikatür bantlarını peş peşe seyrediyorsunuz gibi hissetmenize neden oluyor. Adeta bir sinopsis yazılmış ve ardından Thurber’ın mizahından keyifli alıntılarla bu sinopsis bir senaryoya dönüştürülmüş gibi duruyor. Bu kusur bir yana bırakılırsa filmin çok eğlenceli yanları var. Film boyunca Lemmon’ın alaycı (ve kimi hak edimiş gibi görünen aşağılayıcı) esprileri, yine onun yayıncısı ile birlikte eşine yalan söylemeye çalışması, ilk randevunun hayali ve kitap kokteylinde Lemmon’ın “The Party” filmindeki Peter Sellers’ı hatırlatan şovu çok parlak gerçekten. Ne var ki film kadın ile erkek arasındaki savaşı iddia ettiğinin aksine ortaya pek de çarpıcı biçimde koyamıyor ve bu hali ile esinlendiği mizahın sinemasal karşılığını yeterince üretememiş gibi görünüyor.

Tıpkı kahramanımızın hayat anlayışına uygun şekilde, film evlilik öncesi çok daha dinamik ve eğlenceli bir havaya sahipken, evlilik sonrasında film dinamizmini yitiriyor ve sıradanlığa kaymaya başlıyor. Yine de bu ikinci bölümde çizgi karakterler ile oyuncuların birlikte görüntüye geldiği erkek-kadın savaşı sahnesi eğlendirmeyi başarıyor. Bu bölümdeki teknoloji elbette bugünün çok gerisinde ama yine de dönemin koşulları düşünülürse hayli başarılı. Kadın ile erkek arasındaki savaşın ezeli ve ebedi karakteri üzerine çizimleri sevimli ama anlatımı o denli çarpıcı olmayan “insanlığın sonu” bölümü de kendi içinde keyifli. Özetle başlangıçta uyandırdığı heyecanı daha sonra sürdüremeyen ve yenilikçi tavrını unutuveren film yine de ve özellikle ilk yarısında hayli eğlenceli.

(“Kadın Erkek savaşı”)